25 Ocak 2017 Çarşamba

Sims 2 Nostaljisi


     The Sims 2 çıktığı dönem içinde efsane bir oyundu. Sonra çıkan hiçbir Sims oyunun yakalayamadığı bir denge vardı içinde. Sanırım bu dengeyi ve oynanabilirliği sağlayan şey dış dünyadan çok Sim'lere ve Sim'ler arasındaki ilişkilere odaklanmış olmasıydı.

     Tabii Sims 3 ve Sims 4, Sims 2'de asla bulunmamış avantajlara sahipler. Gelişen dış görünüş özellikleri. Sims 3 için her şeyin rengini ve desenini istediğiniz gibi modifiye etme şansı, istediğiniz gibi hareket edip kontrol edebildiğiniz bir neighbourhood, yeni traitler, skilller, meslekler... Sims 4'ün Create a Sims kısmı ise yarışılamayacak düzeyde, kariyerlerin işleyiş biçimi ve aspirationlar da bayağı iyi.

     Bir şeyler eksik kalıyor yine de.

    Tüm Sims oyunlarını denemiş biri olarak söyleyebilirim ki sabahlara kadar Sims 2 oynayabildiğim günleri çok özlüyorum. Grafikler bugünkü kadar kaliteli değildi, teknolojisi çok eskiydi, Sim'ler çok çirkindi, çeşitlilik çok azdı... Öte yandan gerçekten çok eğlenceli ve bağımlılık yapıcı bir şeydi. Sims 3 ve 4'teki kolaylıklara alışınca insan eski oyuna dönemiyor, ama 3'ü ve 4'ü oynadığım her seferinde oyun yapımcılarının akılsızlıklarına kızarken buluyorum kendimi.

     Sims'i oynanır kılan şey gerçekçilik falan değildi, karakterlerin bağımsızlığı ve Sims evreninin mizahi yanıydı. Gerçi mizah sonraki oyunlarda da vardı, özellikle 4'te bunu özellikle eklemeye çalıştılar fakat aynı şey olmadı tabii. Nerede rastgele birbirlerine aşık olan, ona buna sinirlenen, aspiration'u tost yapmak olunca aniden mutfağa koşan Sim'ler, nerede 3 ve 4'ün duygusuz Sim'leri.

     Tamam, biliyorum: Sims 4'te duygular var ve onu geliştirmeleri Sim'lere yeni bir boyut katıyor, falan filan... Aslına bakarsanız bunlar hep Sims 4'ün reklamı yapılırken yaratılmış abartılı cümleler. Sims 4'teki duygu sistemi oynayış bakımından Sims 3'teki Mood özelliğinden çok da farklı değil. Sim'lere kendilerine özgü hiçbir şey eklemiyor, kişilikleri ve tepkileri diğer Sim'lerden çok da farklı olmuyor. Sadece birkaç action'la duygularını değiştirebiliyorsunuz. Sims 2'deki eğlenceli şey bu tür değişken duygulardan ziyade Sim'lerin kişiliklerindeki kalıcı şeylerdi. Mesela seçilebilir trait özelliği yerine işleyen şu sistem:


     İşin burçlarla bağdaştırılması biraz saçma olsa da bu karakter sistemi oyunu gerçekten güzel kılan bir şeydi bence, çünkü zıtlıklar üzerinden ilerliyordu. Sims 3 ve 4'teki sistem zıtlıklar üzerinden ilerlemediği için Sim'ler arası ilişkilerde büyük bir etkiye sahip olmuyor sanki. Birbirlerine olabilecekleri kadar sinir olmuyorlar. "Talk about books" gibisinden ek action'lar geliyor traitler sayesinde o kadar.

     Sims 2'de traitler ve actionlar bağlantılı mıydı hatırlayamıyorum, ama kişiliklerini ve birbirlerine karşı tavırlarını etkilediğini hatırlayabiliyorum. Ayrıca aspirationların çok keskin çizgileri olmaması da bazı açılardan iyiydi. Gerçi aspiration çeşitliliği oyunu eğlenceli kılan bir şey,  ama belki bu tarz net çizgileri olmayan bir sistemi de oyuna eklemeliler.

     Turn-on ve turn-offs kısmına söylenecek bir şey yok zaten. Mükemmel bir sistemdi. O kadar zor bir şeye de benzemiyor aslında, neden yeni oyunlara eklemediler ki bunu?

     Tabii kişilikle ilgili her şeyi Sims 2'deki klasik haliyle bırakmak şu anda saçma bir durum olurdu, ama belki bu traitler MBTI tarzı bir şey örnek alınarak tasarlanabilir. Zaten shy ve outgoing özelliklerinin introvert ve extravert'ten farkı yok gibi. Bu tür kişilik teorileri kullanılarak harika şeyler elde edebilirler aslında.

     Bu arada, yazının başına eklediğim video aracılığıyla Sims 2'nin soundtrackinden bahsetmemek olmaz. Sims 3'ünki de çok güzeldi gerçi, ama bunun yeri çocukluğuma ait olması dolayısıyla biraz daha ayrı. Üstümde hipnotize edici bir etkisi var.

     Umarım sonraki Sims oyunları, 2'deki bu güzel özellikleri içinde barındırır.

     Herkese iyi oynamalar.

22 Ocak 2017 Pazar

Moana

     Merhaba!

     Aslında Moana'yı yakın zamanlarda izleyeceğimi düşünmüyordum fakat iki gün önce en yakın arkadaşımla buluştuğumuzda birden Moana'nın -karne günü sağ olsun- o gün vizyona girdiğini fark ettik ve izlemeye karar verdik. Türkiye'deki animasyon seyirci kitlesi -özellikle de prenses filmleri söz konusu olduğunda- çok büyük bir oranda çocuklardan oluştuğu için altyazılı versiyonunu izleyemedik tabii ki, ama yine de çok keyifliydi. Uzun zamandır ilk defa bir prenses filminin orijinalinden önce Türkçe dublajlı halini görmüş oldum.

     Filmden biraz bahsetmeden önce şuraya afişi ekleyeyim:


     Görebildiğiniz üzere Polinezyalı/Hawaii'li -artık ne deniliyorsa o bölgeye- bir prensesimiz var: Moana. Sanırım Polinezya dilinde "okyanustan gelen" anlamına geliyor adı... daha düz bir mantık kurabilirler miydi bilmiyorum, çünkü kızın okyanusla özel bir bağlantısı var. Yanındaki uzun saçlı oltalı adam da Tefiti'nin kalbini çalarak Moana'nın yaşadığı adanın dengesini bozan yarı tanrı kahramanımız, Maui. O devasa olta da şekil değiştirmesine yarıyor.

     Moana, bebekliğinden beri -accayip şirin bir bebekliği var- okyanusa özel bir ilgi duyuyor; fakat en yakın arkadaşını bir okyanus fırtınasında kaybeden babası onun bu ilgisinden oldukça rahatsız. Adadaki denge bozulmaya, hindistan cevizleri çürümeye ve lagündeki balıklar yok olmaya başladığında Moana çözümü -tamamen karakterine uygun bir şekilde- okyanusa açılmakta buluyor. Büyükannesi sayesinde atalarının önceden gezginler olduğunu ve daha büyük yelkenliler inşa ettiklerini öğreniyor ve adada gizlenmiş yelkenlilerden birini alarak Maui'yi bulmak üzere okyanusa açılıyor. Maui'yle yaşadıkları çeşitli olaylar ve birkaç şarkıdan sonra Tefiti'nin kalbini yerine koyuyorlar ve denge düzeliyor. Mutlu son!

     Filmin konusu, genel kurgusu bu. Şimdi birkaç alt başlık halinde eleştirilerimi sunmak istiyorum.

     Karakterler:

     Doğal olarak film büyük oranda ana karakterler Moana ve Maui üzerinden ilerliyor. Moana, her ne kadar okyanusla ilişkisi dışında kendisi hakkında pek bir şey öğrenemesek de, kolay sevilebilen bir karakter. Disney prenses karakterleri konusunda kendi klişelerini aşalı uzun bir süre olduğu için bu konuya fazla değinmek istemiyorum ama Moana gerçekten bağımsız, çözüm odaklı ve bu çözümleri kendi başına gerçekleştirebilen, güçlü bir karakter olarak öne çıkıyor. Fiziksel açıdan da en insani Disney prensesi sanırım, çünkü vücudu Disney standartlarına göre çok daha normal oranlarda, üstelik bu da karakterin sevimliliğinden bir şey eksiltmiyor. Ne var ki filmde gerçek anlamda bir villain olmadığı için Moana'nın kişilik özelliklerini derinlemesine gözlemleyemiyoruz. Sıradışı olması açısından artı puan alsa da, Rapunzel ya da Elsa kadar akılda kalıcı bir karakter değil.

     Maui, trajik geçmişi ve yaşadığı iç çatışma nedeniyle biraz daha ilgi çekici bir karakter. Eğer bir yarı tanrı olmasaydı ve karakter tasarımı (Dwayne Johnson etkisiyle de birlikte) çok ilgi çekici olmasaydı kişilik açısından kendisini çok sıkıcı bulabilirdim, çünkü "saf, hevesli ana karakter ve kurnaz, trajik geçmişi olan sidekick" ikilisinden gına geldi. Tangled'da ve Zootopia'da bu karakter tiplemelerini mükemmel şekilde kotardılar ve kabul ediyorum, ikisinde de karakterlerin bu şekilde işlenmesine bayıldım ama sıktı artık. Hiç değilse birkaç yıl daha bu formülü görmek istemiyorum.

     Bu iki ana karakter dışında çok da geniş bir karakter yelpazesi yok aslında bu filmin. Çılgın büyükanne dışında Moana'nın ailesi çok alışıldık bir aile tablosu çiziyor. Mulan'ın ailesinin Polinezyalı ve bir tık daha az gelenekçi versiyonu denebilir. Hatta Mulan'ın da hafiften çılgın bir büyükannesi vardı diye hatırlıyorum. Altın toplayan yengeç ise (adını hemencecik unutmuşum) villain olmanın kıyısından bile geçemiyor. Tefiti'yi de tanrıça olduğundan klasik karakterler arasında saymıyorum. İnsan karakterler açısından filmin böyle bir yetersizliği var fakat hayvan karakterler açısından oldukça iyi sayılır. Moana'nın evcil domuzunu pek göremesek de tavuk Heihei tek başına filmin bütün mizah yükünü sırtlıyor sayılır. Tabii tek başına bir Maximus - Pascal ikilisi kadar olamıyor, fakat yine de sevimli ve hatırda kalan bir karakter.

     Animasyon kalitesi:

     Açıkçası bu konuda söyleyeceklerimin pek sağlam bir temeli olmayacak, çünkü filmi üç boyutlu izledim ve sanırım Bolt'u izlediğimden beri ilk defa bir animasyon filmini bu şekilde izliyorum. Pek alışık değilim anlayacağınız. Yine de izlenimlerim beni hayal kırıklığına uğratmadı. Disney filmlerinin en güvendiğim yanı da budur: her yeni filmde mutlaka bilgisayar animasyonu açısından yeni veya geliştirilmiş bir şey görebilirsiniz. Frozen'da buz ve kar animasyonunun ne kadar ilerlediğini görmüştük örneğin, Tangled'da ise Rapunzel'in saçları ve filmi romantik dönem tabloları atmosferine sokmak için kullanılan yöntemler harikaydı, aynı şekilde fenerlerin havada uçuştuğu sahne de. Moana'da animasyon açısından en akılda kalıcı şey elbette ki okyanus ve gökyüzüydü. Moana'nın kuma bulandığı sahne de görsel açıdan oldukça eğlenceliydi. Öte yandan filmde devrim yaratacak nitelikte bir şey de yoktu. Bir bakıma daha önce geliştirilmiş tekniklerin son bir rötüşla mükemmelleştirilmesi denebilir, çünkü Moana'dan da önce Pixar filmlerinde mükemmel okyanus ve kum animasyonları görebiliyorduk. Bunun bir eksi olduğunu zannetmiyorum çünkü bilgisayar animasyonunu nasıl daha ileriye taşıyabilecekleri konusunda hiçbir fikrim yok, bu haliyle o kadar harika ki aynı kalitede milyonlarca film dahi yapılsa hiçbiri eski görünmez gözüme. Sanırım bundan sonra odaklanılacak alan iki boyutlu animasyonla üç boyutlunun karmasını yapmak olacak, tıpkı Paperman kısa filmi gibi. Şu anda bunu yapmak çok maliyetli sanırım, ama yeni teknikler icat edildikçe uzun metraj filmlerde kullanılabilecek hale gelecektir. Hatta bildiğim kadarıyla Moana da ilk başta iki boyutlu tasarlanıyordu ve daha sonra bir plan değişimiyle üç boyutlu yapılmasına karar verildi.

     Kurgu ve "film evreni":

     Bu konuda bazı sıkıntılar olduğunu belirtmeliyim. Filmde doğru dürüst bir villain'ın olmadığını söylemiştim zaten, bu durum da filmi aydınlık bir atmosfere soktuğu kadar bazı açılardan zayıf da kılıyor. Kurgunun arkasındaki mesajı cidden beğendim: hayat yaratma gücünün insanlığın eline verilmesiyle dengenin bozulması ve doğanın yaratma gücü kendi elindeyken, müdahale edilmeden kendi dengesini sürdürebilmesi gerçekten çok yerinde ve nasihate dökülmeden verilen bir mesajdı. Yine de bu durum kurgunun zayıflığını kurtarmadı.

     En önemli sorunlardan birisi olayların ritmiydi. Özellikle adadaki kısımda her şey art arda gerçekleşti ve bir olayı sindirmek için araya zaman konulmadan bir diğeri başladı. Karakterlerin geçmişine değinen kısımlar çok hızlı geçiştirildi. Tamam, şarkılar bir şeyleri anlatmak için gerçekten güzel ama çoğu Disney filminde şarkıların verildiği sahnelerin arkasında kurgunun kilit kısımları vardır: Let It Go'dan önceki kısmı düşünün örneğin. Ayrıca zamanı daha verimli kullanmak için şarkıların içine daha fazla şey sıkıştırılabilirdi: buna da en iyi örnek olarak Tangled'dan When Will My Life Begin verilebilir. Tek bir şarkıda Rapunzel'in kişiliğine, kuledeki hayatına, isteklerine hemen hakim oluyorsunuz ve bu hiçbir şekilde zorla yapılmış gibi durmuyor.

    Bir diğer sorun da filmdeki evrenin tamamen iki boyutlu hissedilmesi (ehehehe hayatımın en lame esprisini yaptım şu an). Bunda filmin büyük oranda okyanusta geçmesinin de etkisi var, sonuçta şehir hayatında olduğu gibi arka plana zekice detaylar sıkıştıramazlardı. Gösterebileceğiniz tek şey okyanus ve gökyüzüyse ne yapabilirsiniz ki? Okyanus da tek başına bir karakter gibiydi gerçi, ama davranışları çok tutarsızdı. Karakterleri yelkenlinin üzerine fırlatmak dışında pek bir şey yapmadı sanırım.

     Şarkılar:

     Bu konuda herkesin bayağı beklentisi vardı sanırım, çünkü şarkılar Lin-Manuel Miranda tarafından bestelendi ve yazıldı. Hamilton'ı hiç izlemedim ve Lin-Manuel Miranda'yla ilk kez bu film sayesinde tanıştım. Bu açıdan şarkılardan edineceğim izlenim benim için kişisel olarak çok önemliydi çünkü en sevdiğim kitap serilerinden biri olan Kingkiller Chronicle'da da Lin-Manuel Miranda yapımcılardan biri olarak yer alacak.

     Şarkılar arasında her ne kadar Let It Go kadar akılda kalıcısını bulamasam da genel olarak hoşuma gittiklerini söyleyebilirim. Bu konuda adil bir değerlendirme yapmak gerçekten zor oluyor çünkü Disney'in çıtası çok ama çok yüksek. İster istemez her yeni film bu konuda Aladdin, Beauty and the Beast, Lion King gibi filmlerle yarışmak zorunda kalıyor. Yine de güzellerdi işte, her ne kadar kurgu aralarında karakterlerin sık sık şarkı söyleyeceklerinden veya daha önce şarkı söylediklerinden bahsetmesi sıksa da... Filmin atmosferi yüzünden çoğu neşeli ve mizahi bir tondaydı ve How Far I'll Go, güzel bir şarkı olmasına karşın temel karakter şarkısı olarak biraz eksik kaldı bence. Benim kişisel favorim We Know the Way oldu: hem gösterildiği sahne hem de müzik açısından gerçekten çok sevdim.



     Polinezce (Polinezyaca? Hawaiice????) sözler nedeniyle eski Lilo ve Stitch şarkılarını hatırlattığını da ekleyeyim.

     Bu arada, filmin Türkçe versiyonunu izlediğim için belirtmeden geçemeyeceğim: şarkı tercümesinde asla Disney Rennaisance yıllarında eriştiğimiz seviyeye ulaşamayacağız sanırım. Gerçi o dönemin şarkı sözleri şansımıza çok daha çeviriye uygundu, oysa şimdi Let It Go, You're Welcome gibi şarkıları çevirmek çok daha zor. Colors of the Wind'e kolayca "Rüzgarın Renkleri" denilebiliyor ama Let It Go'yu nasıl çevirebilirsin ki? Mecbur "Aldırma" diye çevirdiler (oysa "sal gitsin" çok daha anlama uygun bir çeviri olurdu bence :P yayy bir kötü espri daha :P). Yine You're Welcome'a "Canımsın" diyerek sinir bozucu da olsa uygun bir çeviri bulabilmişler, hatta Maui'nin karakterine yakışmış bile. Ama genel olarak şarkılardaki kafiye ve ölçü oranı eskilere göre kötü. Söyleyenler de eskisi kadar yetkin değiller sanırım. Türkçe versiyonları tercih etmek için bir sebep kalmıyor yani... Oysa eskiden böyle miydi? Bu kulaklar God Help the Outcasts'in de Türkçesini duydu, ki bence şarkının en iyi versiyonlarından birisidir, dinlemenizi öneririm.

***

     Sonuç olarak, Moana birkaç yıldır art arda gelen muhteşem Disney filmleri arasında çok öne çıkacak bir özelliğe sahip değilse de iyi bir iş çıkartmışlar diyebilirim. Genel olarak son yılların Disney Revival çıtasını hedeflenip her açıdan o kaliteye uygun bir iş yapılmış. Daha iyi olabilir miydi? Evet, özellikle de kurgu ve film evreni konusunda. Yılın en iyi animasyon filmi miydi? Kesinlikle hayır, Zootopia'nın yanında zayıf bir seçenek olarak kalacaktır. Yine de izleyeceğiniz vaktin hakkını verecektir. 

     Moana'yı üç boyutlu Disney prenses filmleri arasında bir yere koyarsam Brave'in biraz üstünde Frozen'ın biraz altında bir yer olurdu bu sanırım. Favorim hala Tangled, her ne kadar animasyon kalitesi geçen yıllar içinde yavaş yavaş demode olmaya başlasa da. Son yıllarda gözümde Tangled ile aynı seviyeye ulaşabilen tek film Zootopia oldu, ki o da bir prenses filmi olmadığı için orijinallik konusunda çok daha büyük bir avantaja sahip.

     Umarım yazım fikir vermek konusunda yardımcı olmuştur. Hepinize iyi seyirler.

20 Ocak 2017 Cuma

Anna Karenina

     Merhaba!

     Çoook uzun süre önce yapmam gereken bir şeyi yaptım: Anna Karenina'yı okudum!

     Açıkçası kitabı tamamen bitirmeme rağmen içimde hala bir suçluluk duygusu var çünkü benim okuduğum versiyonun sonunda Nabokov'un son sözü ve inceleme tarzı bir şey vardı ve o kısımları okumadım daha. Kindle'ımda hala %97 bitirilmiş gibi duruyor sanırım bu yüzden. Açıkçası dün kitabı bitirdiğimde beynim yahniye dönmüştü, o yüzden son söz kısmını okumaya çok üşendim.

     Bu arada belirteyim, beynimin yahniye dönmesinin sebebi kitabın sıkıcı olması değildi. Anna Karenina gerçekten devasa bir kitap ama klasik kitapların geneliyle karşılaştırınca fazlasıyla akıcı ve ilgi çekici kalıyor. Bu açıdan benim edebiyat görüşüme çok uyduğunu söyleyebilirim: bir kitabı mükemmel yapan şeyin aynı anda hem eleştirmenler hem de işin uzmanı olmayan okurlar tarafından beğenilmesi olduğunu düşünüyorum. Derinlik ve anlaşılırlık beraber olduğunda ortaya harika bir iş çıkıyor. Anna Karenina da bu kitaplardan biri işte, belki de en büyük Rus romanı -hatta kimi zaman dünyanın en büyük romanı- olarak anılmasının nedeni budur. İçinde her açıdan derinlik barındırıyor: karakterlerin psikolojisi, kurgu, sosyal ilişkiler, toplumun duruma yönelik eleştiri, felsefe, duygusallık, trajedi... Ayrıca içinde Rus romanlarının genelinde bulunan her şeyi barındırdığını da eklemeliyim. Geçenlerde Facebook'ta Rus edebiyatını çok güzel anlatan bir şey buldum, buraya eklemeden geçemeyeceğim.


     
     Sanırım buradakilerin bir veya ikisi dışında hepsi Anna Karenina'da var.

     Küçükken Rus edebiyatına karşı çözemediğim bir soğukluğum vardı, sanırım gerekli bilgi birikimine ulaşmadan önce Karamazov Kardeşler'in önüme sürülmesiyle yaşadığım iç sıkılmasının bir etkisi. Karakter isimlerinden bile korkunç şekilde sıkılırdım. Sanırım o dönem okumayı başarabildiğim tek Rus romanı Ana'ydı, başka istekle okuduğum bir tanesini hatırlamıyorum çünkü. Ama dört beş yıldır kitaplarla ilgili zevklerim daha rafine bir hale geldi ve ek olarak, Rus kültürüne ve Rus tarihine ciddi bir ilgi duymaya başladım. Yakın dönemde okuduğum ilk Rus yazar Çehov oldu -öykülerine de oyunlarına da bayılırım- ve kader beni ister istemez Anna Karenina'ya getirdi.

     Açıkçası Rus edebiyatının niçin herkes tarafından övüldüğünü şimdi anlayabiliyorum. Anna Karenina muazzam bir kitap. Enerjik, güçlü bir kadın olsa da toplumla uyum sağlayamadığı için kendi trajedisinden kaçamayan Anna'yı görüyoruz kitapta, ve onun Vronski'yle olan ilişkisini... ama kitap bundan çok daha fazlası! Rusya'nın o dönemki taşra hayatından, köylülerin durumundan, ucu zamanla komünizme kadar ulaşmış düşüncelerden, bürokratların hayatından, yozlaşmışlıktan da izler bulmak mümkün bu kitapta. Kitabın sonunda Panslavizm akımını, milliyetçilik akımının güçlen     Elbettişini de görüyoru. Öte yandan insan ilişkileri, aile içindeki ilişkiler müthiş nüanslarla işlenmiş. Zaten dünyanın belki de en ünlü cümlelerinden biri bu kitapta geçiyor: "Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Kitap, ilk cümlede geçen bu mutsuz aileleri de anlatıyor etraflıca. Eserin en takdir edilesi yanlarından biri toplumsal olayların içine insan ilişkilerini ve psikolojisini bu kadar iyi yedirebilmesi, tıpkı aynı anda eleştirmen ve okur beğenisini bir araya toplaması gibi.

     İtiraf etmeliyim ki şu an Anna Karenina'yı överken biraz tuhaf hissediyorum çünkü böylesine büyük ve daha önce değeri bilinmiş bir eseri övmenin bana düşmesi biraz tuhaf oluyor. Sadece, sıradan bir okur olarak, bu kitabı okuduğum için gerçekten mutlu olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca filmini de izledim, Keira Knightley'nin de oynadığı 2012 versiyonunu. Daha eski bir versiyonu var mı bilmiyorum ama vardır kesin. Joe Wright tarafından yönetilmiş, afişi de şöyle bir şey:




     Elbette devasa bir edebi eseri sinemaya uyarlamak kolay değil, fakat bu dezavantaja rağmen film benim izlediğim en iyi kitap uyarlamalarından bir tanesiydi -tabii film kültürümün çok iyi olmadığını da belirteyim. Sahne geçişlerine, dekora, kıyafetlere, oyuncuların büyük kısmına bayıldım. Hayalimdeki karakter tasvirine en yakın şekilde yansıtılanlar Stepan Arkadyeviç (Stiva), Anna'nın kocası ve Levin oldu. Öte yandan Vronski benim düşündüğümden çok daha yakışıklıydı. Keira Knightley ise kitapta "dolgun" olarak tasvir edilen Anna'ya kıyasla daha ince kaldı benim gözümde, ama yüzünü ve saçlarını Anna karakterine yakıştırdığımı belirtmeliyim.

     Ha bir de, filmde Cara Delevingne'i görünce çok şaşırdım. O kızın o kadar modern bir görünüşü var ki daha uygunsuz bir oyuncu seçebilirler miydi bilmiyorum. Neyse ki ufak bi roldü.

     OMFG şimdi filmin oyuncu listesine bakayım derken fark ettim ki Stepan Arkadyeviç'i oynayan adam bizim Mr. Darcy???!!?!?!?! WTF.

     Afallamış durumdayım. Demek ki rol yeteneği dedikleri şey bu.

     Her neyse, sonuç olarak Anna Karenina'yı okumanızı öneririm. Bunu benim dememe ihtiyacınız yoktu tabii ama boş verin işte.

13 Ocak 2017 Cuma

E-kitap Okuyucu Almak İsteyenler İçin

     Merhaba herkese.

     Bugün kitap - film eleştirisi yerine e-kitap konusunda bilgilenmek isteyenler için kılavuz niteliğinde bir yazı hazırlamaya karar verdim. İki yıla yakın bir süredir Kindle kullanıyorum ve bu süre zarfında defalarca meraklı arkadaşlarım tarafından soru bombardımanına tutuldum. E-kitap okuyucular birkaç yıldır dünyada oldukça yaygın olsalar da Türkiye'de hala pek popüler değil. Son zamanlarda yeni Türkçe arşiviyle Kobo bir atılım yaptı, insanlar da daha çok ilgi duymaya başladı elbette; fakat çoğunluğa baktığımızda insanların yurtdışındakilere göre daha soğuk yaklaştıklarını görüyorum bu teknolojiye. Nedendir bilmem, basılı yayınlara düşkün bir toplumuz, basılı gazeteciliğin hala bitmemiş oluşu da bunu gösteren nitelikte sanırım. Ben de e-kitap okuyucuların olumlu-olumsuz pek çok yanını deneyimlemiş bir insan olarak bu konuda objektif bir kılavuz hazırlamak istedim.

     Öncelikle kendi kullandığım e-kitap okuyucudan bahsedeyim: şu an Amazon Kindle Touch (7. nesil) kullanıyorum. Göünümü şöyle:



     Hafif, kullanışlı, şarjı uzun süre dayanan bir aygıt ve aldığım günden beri onlarca kitap bitirdim sayesinde. Çok memnun olmama rağmen e - kitap okuyucu konusunda ilk tercihimin Kindle Touch olacağını söyleyemem, çünkü onu ilk e-kitap okuyucum olan Kindle Paperwhite bozulduğunda almak zorunda kalmıştım. Aslında Kindle Touch ve Paperwhite'ın görünüş açısından çok az farkı var. Paperwhite şöyle bir şey:



     Dış malzemeleri birazcık farklı. Touch'ın dış kısmı daha katı, plastiğimsi, pütürlü bir dokuya sahip. Şekil olarak birazcık daha keskin çizgileri var. Paperwhite'ın yüzeyi ise kaymasın diye yapılan telefon kaplarının tüylümsü yüzeyine benziyor, çizgileri daha zarif ve sanırım birazcık daha ince. Ağırlık açısından pek bir farkları yok, ikisi de ince birer kitap ağırlığındalar. Ne var ki binlerce sayfalık kitapları içlerinde taşıyabiliyorsunuz. Paperwhite'ın avantajlı yanı çözünürlüğünün daha iyi olması ve aydınlatması. Gerçekten çok şık ve kullanışlı bir aydınlatma sistemi var, gözü hiç yormuyor ve derecesini istediğiniz gibi ayarlayabiliyorsunuz. Özellikle de yatakhane gibi toplu alanlarda uyumak zorunda kalanlar için çok elverişli. Işığı yakmak zorunda kalmadan istediğiniz gibi rahat rahat okuyabiliyorsunuz ve ışığı tablet gibi gözünüze değil, ekranın üstüne yansıtıyor. Şahsen ikinci Kindle'ımın da Paperwhite olmasını isterdim çünkü yurtta ışık problemi yaşayabiliyorum, ama daha ucuz diye Kindle Touch aldım. Kobo'yu hiç kullanmadım ama sanırım o çok daha ucuz ve İngilizce'yi tercih etmeyenler için Türkçe arşivi de var. Gerçi Türkçe arşivdeki kitap fiyatları konusunda hiçbir fikrim yok; fakat D&R'a uğradığımda Kobo'yu inceleme şansım oldu ve boyutlarını, çeşitliliğini Kindle'a göre daha iyi buldum. Yine de Amazon'un şimdiye dek beni hayal kırıklığına uğrattığını söyleyemem, o yüzden bir daha e-kitap okuyucu alacak olsam yine Amazon'u tercih ederim.

     Kindle'ı görenlerin çok sık sorduğu bir soru da kitap satın alma işi. Amazon'da istediğiniz her İngilizce kitabı bulabilirsiniz, arada çok güzel fiyat fırsatları da oluyor. Doların yükselmesi sıkıntı yaratabilir tabii. Sadece aylık on dolara kitap, dergi ve audiobook'lara sınırsız şekilde abone olabilirsiniz. Ayrıntılı bilgi şurada. Ben hiç Kindle Unlimited kullanmadığım için bu konuda pek bilgili değilim ama çok okuyan bir insan için (dolar yükselmesine rağmen) fiyatı hala makul düzeyde. Tabii sabit şekilde Türk lirasına bağlı bir abonelik seçeneğinin ve Türkçe arşivin olmaması gerçekten üzücü bir şey. Türkçe e-kitap fiyatları ise ne yazık ki basılı kitapla arasında fark yaratacak bir seviyede değil, oysaki aradan tüm gereksiz masrafların (baskı, kağıt, depolama vb.) kalktığı düşünülürse daha ucuz olmaları gerekirdi. Sanırım bu da insanları e-kitaptan uzak tutan etmenlerden bir tanesi.

     Şunu belirtmeliyim ki internetten İngilizce kitapların çoğunu epub olarak bulabilirsiniz. Çoğu e-kitap okuyucunun formatı epub sanırım, Kindle ise mobi formatındakileri kullanıyor. Epub kitapları calibre yoluyla Kindle'a aktarmak çok kolay ve kitapta hiçbir değişim de olmuyor. Öte yandan pdf daha sıkıntılı bir iş, çünkü Kindle'da pdf okumak çok zor ve dönüştürünce de bayağı hatalı olabiliyor. Yine de (pdf'in sayıca çokluğuna rağmen) Türkçe kitapları da epub olarak bulabilmek mümkün. Tabii ki paranız varsa bu yönteme başvurmayın çünkü yazarların, çevirmenlerin ve illüstratörlerin de paraya ihtiyacı var, ama bir insanın parasızlık nedeniyle kitap okuyamaması bence korkunç şekilde üzücü bir şey, hele de Türkiye gibi bir ülkede. Tabii bu demek değil ki bu eserleri ortaya çıkaranlar hak ettiklerini almasın, çünkü zaten bu konuda iki taraflı bir sıkıntı var. İnsanlar yeterince kitap almadıkları için kitabı satanlar para kazanamıyor, onlar da para kazanamayınca fiyatları arttırıyorlar ve bunun üzerine karşı taraf daha da az almaya başlıyor. İki taraflı bir kısır döngü. İşin bir kötü yanı da abuk subuk çerez kitaplar ya da başkalarına havalı görünmek için alınıp okunmayan kitaplar delicesine satarken diğer kitapların çok az talep görmesi. Bunlara edebi değeri olmayan vampir kitaplarını ya da benim de çok sevdiğim ve kıymetli gördüğüm bir kitap olmasına rağmen çoğu insanın internette aforizma kasıp kahveli fotoğraf koymak için kullandığı Tutunamayanlar'ı örnek gösterebiliriz. Gerçi bu konuda en büyük örnek Kürk Mantolu Madonna olurdu sanırım, hele son zamanlarda nasıl gündeme geldiğini düşünürsek.

     Neyse, kitap satın alma konusunu kapatıyorum, Şimdi benim tecrübelerime göre e-book readerın olumlu ve olumsuz yanlarını sıralayacağım:

Olumlu Yanları:
  • Hafif olması: Skolyozu yüzünden sık sık sırt ağrıları yaşayan bir insan olarak Kindle'ın en sevdiğim yanının hafifliği olduğunu söyleyebilirim. Kindle'dan sonra en hafif kitapları bile taşımaya üşenir oldum. Özellikle okulda lazım olacak kitapların epub versiyonlarını bulabildiğimde delicesine seviniyorum çünkü sırt çantamdan korkunç bir yük kalkmış oluyor. Üstelik yazlık gibi uzun kalacağım yerlere birden fazla kitap taşımama da gerek kalmıyor, sadece istediğim her şeyi Kindle'a dolduruyorum o kadar. Ağır kitapları masa vb. bir yere koymadan okuyamama sorunu da kendiliğinden çözülmüş oluyor. Burada hacim meselesini de eklemek lazım tabii: Kindle sayesinde çantamda büyük bir boşluk oluşmuş oluyor ve daha hafif ihtiyaçlarımı sığdırabiliyorum.
  • Okuma kolaylığı: Bunu biraz subjektif olduğunu düşünenler, Kindle'ı cismani kitaba göre daha zor okunur bulanlar da var ama ben katılmıyorum. Bu konuda en iyi yanı fontun ve font büyüklüğünün istenildiği şekilde ayarlanması. Kindle'ın özel tasarlanmış, elektronik mürekkepli ekrana uygun bir fontu da var, şahsen aylardır başka fonta geçmedim. Disleksikler için özel bir fontu bile var. Boyutu ayarlayabilmek de aynı derecede kullanışlı, özellikle de gözünüz hassassa ve erken yoruluyorsa. Tek elle geçiş yapabilmek gibi kolay bir özelliği de var, eliniz kolunuz dolu olduğunda inanılmaz bir kolaylık sağlıyor. Ben günlük işleri hallederken bir yandan kitap okumayı sevdiğim için bu çok büyük kolaylık sağlıyor, çünkü tahmin edersiniz ki diş fırçalarken ya da yemek yerken sayfa çevirmek pek eğlenceli bir şey değil. Zaten ağır kitapların sayfasını kitabın sırtına zarar vermeden açık tutma derdi tamamen ortadan kalkıyor. Bir de ben kağıdın sürtünme sesinden ve nemli ele dokunmasından nefret eden bir insan olduğum için o tür tatsızlıklar yaşamamaktan memnunum. (Aynı problemi yaşayanlar hemen anlamışlardır ne demek istediğimi, korkunç şekilde insanın dişini kamaştıran ve sinirini bozan bir şey.)
  • Şarj: Kindle, telefonlar ya da tabletler gibi değil, şarjı gerçekten çok uzun süre dayanıyor. Nadir okuduğum zamanlarda haftalarca şarj etmeden dayandığı olmuştur. Bu açıdan elektrik kesintisi ya da uzun süreli yolculuk gibi durumlarda da oldukça kullanışlı elbette - tabii Paperwhite'ın ışığını hep açık tutarsanız şarjı biraz daha hızlı gidecektir, ama yine elektronik aletlerin kalanına kıyasla çok iyi bir performansı var bu konuda.
  • İnternet bağlantısı - experimental browser: Bunun pek stabil bir özellik olduğunu söyleyemem çünkü Kindle'da hareketli sitelerin çoğu experimental browserda hata veriyor. Fakat sözlükler ya da Wikipedia gibi sitelerde oldukça kullanışlı bir özellik, ki daha fazlası da gerekmiyor zaten. Bu konuda e-book readerları eleştiren insanlar var, ama ben o kadar da gerekli bir özellik olmadığını düşünüyorum Youtube gibi sitelere bağlanmanın, çünkü bu gereksinim için tabletler var zaten. Üstelik Kindle'ın asıl amacı okumayı kolaylaştırmak olduğu için sese ve görüntüye dayalı sitelere erişim sağlaması gerekli bir şey değil bence. Gerekli olan kısmı (browserdan bağımsız Goodreads ve Amazon erişimi, sözlük, çeviri, Wikipedia) kendisi sağlıyor zaten. Sanırsam Amazon'dan aldığınız kitaplarda en çok altı çizilen yerleri de görebiliyorsunuz internet sayesinde. Bu tarz minik, havalı özellikleri var.
  • Yabancı dil: Eğer okuma yardımıyla kendinizi yabancı dilde geliştirmek istiyorsanız Kindle bu konuda mükemmel. Anlamını bilmediğiniz kelimeleri kolayca öğrenebiliyorsunuz, isterseniz bu konuda kendi yüklediğiniz sözlükleri de ya da interneti de kullanabiliyorsunuz. İsterseniz anlamına baktığınız kelimeleri depolayan ve alıştırma yapabileceğiniz bir uygulaması var, açmanız tek bir tike bağlı. Özellikle İngilizce akademik kaynaklarda bana bu açıdan çok yardımcı oldu.
Olumsuz yanları:
  • Kırma-düşürme durumları: Kindle'ın ekranı alışık olduğumuz tablet - telefon ekranlarına göre daha hassas, bu nedenle benim gibi elektronik aygıtları hor kullanmaya alışmış, dikkatsiz insanlar için sıkıntı yaratabiliyor. Telefonumu her hafta bir kez yere düşürürüm (çoğu zaman direkt betonun üstüne) ama şansım ve kapların dayanıklılığı sağ olsun, hala ekranı mükemmele yakın çalışıyor. Kindle'da durum daha farklı: kabını almadan önce ilk düşürüşümde dokunmatiğinin bir kısmını bozmayı başardım - o yüzden yenilemek zorunda kaldım zaten. Mutlaka kap ve ekran koruyucu kullanın. Amazon müşteri hizmetleri konusunda mükemmele yakın bir şirket, o yüzden yenilemeniz veya tamir işi yurtdışına yollama kısmı dışında pek sorun olmaz sanırım, fakat yine de temkinli olmak en iyisi. İkinci Kindle'ımı (Kindle Touch) bir kez bile sert bir şekilde düşürmedim ve şu an canavar gibi çalışmaya devam ediyor. Zaten elektronik aygıtlar konusunda %90 ihtimalle benim kadar dikkatsiz ve sakar değilsinizdir, o yüzden hassasiyetin çok büyük bir sorun olacağını sanmıyorum.
  • Elle not alamama: Kindle cümlelerin altını çizmek, not almak ve bunları kaydetmek konusunda çok iyi fakat benim gibi elle not almayı çok sevenler bunu ara ara özleyebilir. Tabii kitabına kalem değdirmeyen, kenarını asla kıvırmayan bir insansanız bu durum bir fark yaratmayacaktır.
  • Kitap "duygusu": Bu benim pek empati kurabileceğim bir şey değil çünkü kitap konusunda şekilcilikten çok uzak bir insanım. Evet, ben de kağıt kokusunu, kitabın ağırlığını hissetmeyi, kitaplığıma koymayı falan severim ama bu bazen iyi olduğu kadar bazen de külfete dönüşüyor, özellikle okuma hızınız çok fazlaysa. Kindle kullanmaya başlayınca kitaplarımın çoğunu (manevi değeri olanlar dışında) kütüphanelere verdim ve artık toz almak, düzenlemek derdiyle uğraşmadığım için çok memnunum. Üstelik çok övülen "kitap kokusu" her kitapta güzel olmayabiliyor: örneğin geçmişte beyazlatılmış sayfaların kokusundan hiç hoşlanmadığım için Harry Potter'ların dikişli özel baskısını her yerde aramak zorunda kalmıştım, ki sadece Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nı bulabildim dikişli olarak. Kağıt hışırtısından hoşlanmadığımı söylemiştim zaten. Cismani kitabın en sevdiğim yanı kullandıkça yıpranması ve kenarlarının notlarla dolmasıydı ama bu kolay vazgeçebildiğim bir özellik oldu. Kitap konusunda fetişist davranmamak gerek: bu durum kitabı kutsallaştırıyormuş gibi görünse de aslında Türkiye gibi okunma oranlarının yerlerde süründüğü bir ülkede yarardan çok zarar yaratıyor. Sonra insanlar okumadıkları kitaplarla rafları dolduruyorlar, kitabın içeriğinden çok görünüşüne baktıkları için değersiz şeyleri yüceltiyorlar. Oysa önemli olan şey kitabın içindeki bilgi ve sanat olmalı diye düşünüyorum. Nasihat edermişçesine sevimsizleştim sanki, ama benim gibi düşünen insanların da olduğundan eminim.

     Toplamda artıların eksilerden fazla olduğunu düşünüyorum. E-book readera geçmek benim için gerçekten çok olumlu bir şey oldu. Umarım yazım bir fikir edinmeniz konusunda işinize yaramıştır. Hepinize iyi okumalar.

12 Ocak 2017 Perşembe

A. S. Byatt - Ragnarök: Tanrıların Alacakaranlığı


     İlk gerçek kitap incelemesi yazımla karşınızdayım!

     Kitabın orijinal adı Ragnarök: The End of the Gods, daha önce Booker ödülünü de kazanan A. S. Byatt tarafından yazılmış. Daha önce Byatt'ın Oyun adlı bir kitabını okumuş ve pek beğenmemiştim. Dili bana soğuk ve birazcık da zorlama gelmişti açıkçası, akademik dilin bir romana uygulanmış hali gibiydi. Aldığı övgü ve ödüllere rağmen bir daha Byatt okumayı da düşünmemiştim Oyun'u (orijinali The Game) bitirdiğimde. Yine de Ragnarök'e bir şans vermeye karar verdim, çünkü bu kitabın yapısı klasik bir romandan daha farklı. İskandinav mitolojisi, II. Dünya Savaşı döneminde İngiltere'nin taşrasında yaşayan bir kız çocuğun, kitapta bahsedilen şekliyle "çelimsiz çocuğun" hayal gücü yoluyla anlatılıyor. İlk kitapta beni çok rahatsız eden soğuk anlatım bu kitapta daha az göze çarpıyor, hatta kimi yerlerde klasik bir mitoloji derlemesi havası verdiğini söyleyebilirim. Yine de kitabın tür olarak arada kalmasına sebep olmuş diyebilirim. Çelimsiz çocuğun hayatının anlatıldığı bir roman olmasını bekliyorsunuz; fakat çocuğun hayatına çok az değiniliyor ve onun kurgusundaki karakterlerin hiçbiri somutlaştırılmıyor. Çocuğun psikolojik değişimi bile çok yüzeysel şekilde aktarılmış. Diğer yandan kitap gerçek anlamda bir derleme ya da başvuru kaynağı olmadığı için mitoloji hakkında bilgi verme konusunda da yüzeysel kalıyor. Bir bakıma kurgu ve kurgu-dışı kategorileri arasında sıkışmış kalmış. Doğal olarak kendinizi kaptıramıyorsunuz kitaba.

     Diğer bir sorun ise çeviri. Burada direkt çevirmenle alakalı bir sıkıntı olduğunu zannetmiyorum, onun yerine yazarın cümle yapısının çevrilince daha boğucu bir hal aldığını söyleyebilirim. Uzun uzun sayıp dökmeye dayalı cümleleri Türkçenin yapısına ters bulmuşumdur hep, çünkü yüklem sonda kaldığı için son kelimeye kadar sıralananlar bir anlam ifade etmeyebiliyor. Bu tarz cümlelerde kimi zaman başa dönüp anlamı zihnimde netleştirmek zorunda kalıyorum. Ne yazık ki -özellikle de doğa betimlemelerinde- bu tür cümleler çok fazla kullanılmıştı. Dozunda yapılsa hoş olabilir aslında. Belki de kitabı İngilizce orijinalinden okusam daha keyifli olacaktı.

     Sonuç olarak, yazarın başarısından ya da Ursula LeGuin'in kapağa eklenmiş alıntısından etkilenip kitabı almadan önce bir düşünün derim. Benim gibi daha önce kuzey mitolojisi hakkında kayda değer bir bilgisi olmayanlar için bilgi verici yanıyla güzel bir kitap, ama bu konuda daha önce okumuş bir insan için sıkıcı olabilir. Bu arada itiraf etmem gerekir ki iki kitabını da okumamın öncesinde A. S. Byatt'a karşı bir ön yargım vardı çünkü Harry Potter'a karşı sertçe yazılmış bir eleştirisini okumuştum - okumak isterseniz buradan söz konusu yazıya ulaşabilirsiniz. Bu açıdan bakınca A. S. Byatt'ın kitabını övenin Ursula LeGuin olması ilginç geliyor bana. Ursula LeGuin'i eleştirmek istemiyorum kesinlikle, o fantastik edebiyatın en büyük ve en saygın isimlerinden biri ve sadece yazarlığını değil, yayınevlerine ve edebiyat dünyasına karşı aldığı tavrı da beğendim bir insan. Ne var ki o da Harry Potter'ı daha önce sertçe eleştirmişti. Tabii onun eleştirisi kendi kitabından "esinlenme" durumu nedeniyle çok daha mantıklı sebeplere dayanıyordu, fakat onun da Byatt'ın da bu tür eserleri edebi anlamda basit ve değersiz bulduklarını düşünüyorum. Edebiyatı ciddiyetten ibaret gören bir bakış açısı beni yoruyor. Bir eserin kıymeti, akıcılığı ve verdiği keyifle ters orantılı olmamalı. Tabii ki burada çerez kitapların baş tacı edilmesi gerektiğini söylemiyorum, ama bu uğurda Harry Potter'ı kaçış edebiyatı diyerek eleştirmek pek de hoş olmuyor. Bu demek değil ki edebiyatın ağır isimleri tarafından takdir görürken kitleleri eğlendiren bir eser yazmak mümkün değil: en büyük örnek Patrick Rothfuss'un The Kingkiller Chronicle serisi. Bence o bu ikisini mükemmel şekilde dengeleyebilen az sayıdaki isimlerden biri (tabii onun kitaplarının da eleştirilecek yanları var, fakat bu konudaki yeteneğini takdir etmemek imkansız). Kingkiller Chronicle'a da Ursula LeGuin'in kapaktaki değerlendirmesini görerek başlamıştım.

     Bu yazıyı fazla uzattım sanırım.

     Herkese iyi okumalar!

11 Ocak 2017 Çarşamba

Geç Kalmış Bir Kar Yazısı

     Birkaç gündür herkes kar yağışından bahsediyor. Normalde yağdığı anda dışarı çıkıp karın tadını çıkarmayı sevsem de bu yıl nedense zorunluluk halleri dışında kar yağarken dışarı adım bile atmadım. Ruhum mu çürüdü, içimdeki çocuk mu yaşlandı bilmiyorum ama hala pencereden bakıp karın tamamen erimesini bekliyorum normal hayatıma dönmek için.

    Doğal olarak içime hiçbir şeyin tadını çıkaramayan sevimsiz insanlardan birine dönüşme korkusu çöktü. Ben de karla ilgili - geç de olsa - ufak bir yazı yazayım dedim.

     Atmosferi oluşturmak için en sevdiğim kış şarkısını koyuyorum.


     I was following the pack all swallowed in their coats / With scarves of red tied around their throats / To keep their little heads / From falling in the snow / And I turn 'round and there you go / And Michael you would fall / And turn the white snow red as strawberries in the summertime

     Bu şarkı, Fleet Foxes'ın en popüler şarkısı. Pentatonix ve Birdy tarafından yapılmış coverları da var sanırım, eğer onlardan dinlemeyi tercih ederseniz. Benim için de çok özel bir şarkı çünkü Fleet Foxes'ı ilk kez bu şarkıyla keşfetmiştim.

***

     Sanırım bu yıl kar ve kışın heyecanını yaşayamamamın nedeni kısa aralıklarla kış atmosferinde geçen iki kitap okumuş olmam. Biri Boris Pasternak'ın Doktor Jivago'su, öteki ise Kar.

     Doktor Jivago, Rusya'da çarlığın yıkıldığı ve yerine komünizmin geldiği dönemi farklı karakterlerin gözünden anlatan bir kitap. Ana karakter, kitabın başlığından da anlaşıldığı üzere Yuri Jivago, çarlık döneminin zengin ailelerinden birinde yetişmiş bir doktor. Kitabı okumadan önce 1965 yılında çekilmiş film versiyonunu izlediğim için tüm kitap boyunca onu Ömer Şerif'in yüzüyle hayal ettim. (Bir de Keira Knightley'li 2002 versiyonu var.)


     Ne var ki kitaptaki tasvir çok farklı. Kitapta Yuri, dikkat çekmeyen yüz hatları ama düzgün bir buırunla anlatılmış. Ömer Şerif bunun tam tersi sayılır: oldukça karakteristik yüz hatları ve o kadar da güzel olmayan bir burun. Ama tabii ki , onu o rolde izlemek harika bir şey, her ne kadar film günümüz izleyicisi için birazcık alışılmadık kaçsa da.

     Önemsiz bir detay hakkında çok fazla konuştum sanki... Aman neyse :P

     Kitabı genel olarak çok beğendiğimi söylemeliyim. Dozunda kullanıldığı zaman şiirsel dile bayılırım ve Boris Pasternak bunu kitabında çok güzel kullanmış. Kendisi de (tıpkı Jivago gibi) bir şair zaten. Kitabın sonunda da Jivago'nun yazdığı şiirleri bulabilirsiniz. Şiirler kısmını o kadar da özenli okuyamadım ama kitaptaki anlatım tarzının beni orijinal dilinde okuyabilenleri kıskanmaya ittiğini söyleyebilirim. Rusça bilmeyi gerçekten çok isterdim -öğrenmeyi düşündüm ama çok zor olduğu konusunda insanların genelinde görüş birliği var sanırım.

     Şunu da belirteyim: kitap biraz uzun. Bazı yerlerde daha kısa olamaz mıydı diye sorguladığım oldu. Yine de okumak size edebiyat ve kişisel zevkler açısından çok şey katacaktır. Filmini de izlemenizi öneririm - gerçi bazı karakterlerin yansıtılış tarzı kitaptaki kadar iyi değil sanki.

     Bir de kabarık sarı saç problemi var. Aşağıda niçin film ekibinizde bir tarih danışmanı bulundurmanız gerektiğine dair açıklayıcı bir resim bulacaksınız.

megamind + 60'lı yılların güzellik anlayışı

***
     Gelelim Kar'a... Rusya kadar olmasa da Türkiye'nin en soğuk şehrinde, Kars'ta geçen bir Orhan Pamuk romanı. Kendisi tarafından "ilk ve tek siyasi romanım" denilen bir kitap. Şair Ka'nın (adının baş harflerini kullanmayı tercih eden bir insan) İpek adında bir kızla evlenmek için Almanya'dan Kars'a gidişini ve orada tuhaf darbemsi bir şey yaşanmasını anlatıyor. 

     Bu kitabı okumamın üstünden çok az bir zaman geçmiş olmasına rağmen hakkında pek bir şey yazmak istemiyorum aslında. Aslında Orhan Pamuk'u sevmediğimi söyleyemem, daha birkaç gün önce Kafamda Bir Tuhaflık'ı bitirdim ve şimdiden favorilerim arasına girdi bile. Daha önce de Manzaradan Parçalar'a bir göz atmıştım sanırım. Masumiyet Müzesi'ni ise yıllar önce çocukken okuduğum için hakkında bir yorum yapamayacağım. Yine de emin olduğum bir şey var ki bu kitapların hiçbirinde Kar'ı okurken yaşadığım iç sıkıntısını yaşamadım.,

     Gözüme çarpan sinir bozucu yanlardan biri karın hep aynı kelimelerle tasvir edilmesi oldu. Şimdi net hatırlayamıyorum ama "iri taneli" ya da "parçalı" gibi bir kelime tekrar tekrar kullanılmıştı. Karakterin pencereden dışarı baktığı her sahnede ya da dışarıda her yürüyüşünde aynı tasvir. Defalarca. Leitmotif dedikleri buysa olmaz olsun.

     Kitapta beni rahatsız eden ikinci bir durum siyasi bir roman olmasına rağmen siyaset meselesinin çok bulanık, sınırları hiç belli olmayan bir düzlemde işlenmesi oldu. Karakterlerin söylemlerinin, görüşlerinin, tiyatroda yaptıkları şeylerin ne anlama geldiği anlaşılmıyordu hiç. Aslında günümüzde de çok tartışılan meseleler vardı kitapta, ama benim kafamda her şey birbirine girdi. Kitabın siyasi bir roman olması siyasi bir mesaj vermesini gerektirmiyor elbette, benim beklentim de bu yönde değildi zaten. Ama sanki bir şeylerin bir anlam ifade etmesi gerekiyordu? Özellikle Kadife ve Lacivert karakterleri konusunda yaşadım bu sıkıntıyı. İfade edilmek istenen şeyi alamadım - belki de benden daha bilgili bir okur kitlesine hitap ediyordur bu konuda.

     Sonuç olarak, bunaltıcı bir kitaptı. Zaten kar yüzünden tüm dünyayla bağlantısı kopmuş bir yerde geçen bir roman ne kadar iç açıcı olabilirdi ki? Edebi yanına ise girmeyeceğim, çünkü bir kitabı okurken kırk kere ilallah edince edebi özellikleri hakkında kafa yorasınız kalmıyor pek.

***

     Kışı sever misiniz bilmiyorum. Birkaç gündür yağan kar o kadar fazlaydı ki benim oturduğum yerin etrafı hala kardan adam yapılabilecek kadar kar dolu, gerçi birazcık buzlanmışlardır ama. Eğer yağarken tadını çıkaramadıysanız erimeden birazcık eğlenmenizi öneririm. Gerçi bu blogumun ikinci yazısı ve hiç kimseye de buradan bahsetmedim, o yüzden eminim ki iyi dileklerim şu anda kimseye ulaşmıyor.

     Yazımı Olaf'ın sözleriyle bitireceğim:

    Winter's a good time to stay in and cuddle / But put me in summer and I'll be a- happy snowman!

Merhaba Faslı

     Heyooo - ilk blog yazım! Umuyorum ki bu kez tembelliğe yenilmeyecek ve düzenli olarak yazabileceğim. Bin bir hevesle açtığım her blogun ilk yazısında bu tür iyi dileklere yer veriyorum ama bakalım bu sefer işe yarayacak mı...

     İlk olarak, ben kimim ve neden buradayım?

     Nickim Şapkalı Panda, pek de üzerine düşünmeden yalnızca sevimli bir şey olsun diye seçtim. Pandalara pek benziyor muyum bilmiyorum, ama sevimli panda videoları izlemeyi severim! En az bu kadar sevdiğim çok şey var: en başta Harry Potter, Fleet Foxes ve Kingkiller Chronicle geliyor. Kendimi bildim bileli bir Potterhead'im ve artık neredeyse kimliğimin en değişmez parçası haline gelen bir şey bu. Fantastic Beasts hakkında konuşmak isterseniz hepinizi bekliyorum - umuyorum ki ilerleyen günlerde bu konuda da bir blog postu yayımlayabilirim. Delicesine sevdiğim ikinci bir şey de Fleet Foxes. O nedir derseniz (ki büyük ihtimalle diyeceksiniz çünkü yurt dışında hatırı sayılır derecede tanınsalar da Türkiye'de hak ettikleri kadar ünlü değiller) bir indie folk müzik grubu olduğunu söyleyebilirim... ama aslında bundan çok daha fazlası. Fleet Foxes, dünya üzerinde eşini bulamayacağınız güzellikteki şeylerden biri... evet, çok objektifim. Hatta şimdi buraya bir şarkılarını koyacağım ki dinleyin, kendinizi hayatın böylesine güzel bir yanından mahrum etmeyin. (Tembelliğe yenik düşmezsem yapacağım şeyler listesine bir de Fleet Foxes Appreciation Post'u ekliyorum)

     Vee gelelim demin listelediğim şeylerin üçüncüsüne: The Kingkiller Chronicle (aslında orada "the" var mı emin değilim ama zararı dokunmaz, dursun). Patrick Rothfuss'un muhteşem fantastik kitap serisi. Evet, blogda bundan da bahsetmeyi düşünüyorum.

    Aslında fark ettim de sevdiğim ve bahsetmek istediğim şeylerin sayısı çok fazla. Disney severim, kitap okumayı severim, bazen anime izlerim. En son en yakın arkadaşımın en sevdiği anime olduğu için Haikyuu'ya başladım. Ayrıca genel olarak müzikalleri ve özel olarak Starkid yapımı müzikalleri çok seviyorum.

     Umarım hakkımda yeterli bilgiye sahip olmuşsunuzdur (çok işinize yarayacaktı ya sanki :P) Herkese iyi okumalar!