2 Ağustos 2020 Pazar

çizim günlüğü - 2 ağustos 2020 - ve bir şiir




dark night,
street lights,
we were walking - your hand in mine

as we kissed:
my heart burst open
giving birth to a thousand fireflies.

they became
a thousand moments between you and me
a thousand touches that left shiny marks on my skin
a thousand words to build small nests in my mind, digging deep
claiming every little hole in my worn out soul

a thousand - it's just a number
vast, but finite



bu kadar cringey şeyler yazdığım için üzgünüm :D nedense kalbimden çıkan ateş böcekleri imgesi gözümde canlandı ve bunu söze dökmeye ihtiyaç duyduğumu hissettim. şiir yazan biri değilim, ingilizce yazmak (akademik makaleler dışında) alışık olduğum bir şey değil. fakat bu sahne aklımda bu şekli aldı. kötü bir forma bile olsa kendimi ifade etmek beni rahatlatıyor, bir şeylerin içimde birikmesini engelliyor.
 
her ne kadar kendime itiraf etmekte zorlansam da bazı duygularımın etkisi altındayım şu anda. güçlü bir etki ve geçmiyor. normal hayata dönememeyi kötü hissetmek için bir bahane olarak kullanmak istemiyorum. her gün farklı ve beni mutlu edecek bir şeyler yapıyorum, ama bazı anılar zihnime yuvalanmış durumda, yok edemiyorum. onlar yokmuş, hiç yaşanmamış gibi davranmaya çalışıyorum (her ne kadar sağlıklı olmadığını bilsem de) ama işe yaramıyor.

öte yandan bunları tamamen hatırlamama ve duygularıma kapılmama izin verirsem bununla nasıl baş ederim bilmiyorum. bu ihtimalde görebildiğim tek şey depresyon ve üzüntü. kendimi tamamen buna teslim edemem.

okulu ve insanları çok özledim. o dinamizmi, her gün bir şeyler yaşanacağını bilmeyi... şu anda bir sürü yeni deneyim yaşıyorum, ama hepsi bir vakumun içerisinde gerçekleşiyormuş gibi hissettiriyor insanlarla somut bir temasım olmayınca. böyle hissedince de bana sağlanan imkanların ve yaşadığı güzel anların değerini bilmiyormuşum gibi geliyor.

neyse, yine buraya duygularımı döktüm :p hadi hayırlısı.


25 Temmuz 2020 Cumartesi

shera, hollow knight ve dikkatimi dağıtmak için yaptığım diğer şeyler

bir süre önce bir arkadaşımın önerisiyle shera'ya başladım. çok yavaş izlediğim için bitirmem vakit aldı. geçen hafta yaz okulunun da bitmesiyle birlikte boşluğa düşünce vaktimi (sanki çok vaktim varmış gibi :P) bir şeylerle doldurma ihtiyacı duydum ve birkaç sezonu yoğun olarak bingeledim. sonunda birkaç gün önce finali izledim.

ÇOK GÜZELDİ!

sevdiğim ve sevmediğim şeyleri maddeler halinde sıralayacağım. sevdiklerimle başlayalım:

- karakter tasarımları. KARAKTER TASARIMLARI! 😍 özellikle bazı karakterler tam anlamıyla görsel festival düzeyindeydi benim için. glimmer'ın annesi, queen angela, hayatımda gördüğüm en güzel, en zarif, en meleksi çizgi film karakteri. gözlerinin yapısını, vücudunu, kıyafetlerini o kadar güzel çizmişler ki! kadının gerçekten insanüstü bir varlık olduğunu hissettiren fakat o anaç havayı da yansıtmayı başaran bir tasarım. favori karakterlerimden biriydi, bir noktada kendisine aşık olmuş olabilirim, o derece .:p glimmer, mermista, entrapta ve scorpia yine tasarımına ve kostümlerine bayıldığım karakterler. farklı vücut tiplerinin temsil edilmesine bayıldım, üstelik hepsi çok pozitif bir bakış açısıyla yansıtılmış, hepsindeki güzellikleri görebiliyorsunuz. çocukluğumuzdaki winx gibi herkesin birer sopa olarak yansıtıldığı çizgi filmleri düşününce muhteşem bir gelişme. herkesin bu kadar doğal ve kendi özgün vücut hatlarıyla sevilebilir karakterler olarak yansıtılması harika. 

- sadece tasarım açısından değil, kişisel hikayeleri açısından da karakterler ilgi çekiciydi. hepsiyle farklı noktalarda empati kurabildim: benim için öne çıkanlar entrapta, catra ve glimmer oldu. karakterlerin motivasyonları ve gelişimleri o kadar güzel bir dengeyle sunulmuş ki ilk bölümlerde entrapta ve glimmer'a sinir olurken sonradan en sevdiğim karakterler halini aldılar. catra'yı ise başından beri seviyordum, çünkü redemption arc'lara zaafım var :p (BKZ ZUKO!)

- olayların evrensel bir scalede yaşanması çok hoşuma gitti. ilk başlarda her şey gezegeni içine alan bir iyilik - kötülük savaşında yer alıyor fakat sonradan bu bütün evreni, hatta evrenleri kapsayacak şekilde genişliyor. nedense bu genişlik duygusundan, tehlikede bulunan şeylerin ciddiyetinden bayağı hoşlandım, hikayeye daha güçlü şekilde bağlanmamı sağladı..

- mutlu son: shera en nihayetinde bir çizgi film olduğu için bunu bekliyordum sanırım, ama sonunda bütün karakterlerin hak ettiği mutluluğu bulması kalbimi ısıttı. serinin böyle bitmesini gerçek dışı veya can sıkıcı bulabilirsiniz, ama shera'nın böyle bir finali hak ettiğini düşünüyorum ben. sonunda sevgi ve dostluk her şeyi yeniyor, love wins (tüm connotationlarıyla birlikte :P). evet, klişe bir son, ama hikayenin gelişimiyle bir bütün olarak düşününce doğal ve hakiki hissettiriyor. son bölümde ağladım :')

sevmediğim şeyler:

- netassa ve spinirella. hikayeye sırf reprezentasyon için eklendikleri çok belli. pozitif lgbtq reprezentasyonunun bu kadar iyi ve kaliteli şekilde başarıldığı bir seride bu manasız karakterleri görmek biraz sinir bozucuydu. tasarımlarından kişiliklerine kadar her şey yapay hissettirdi. illa reprezentasyon olması isteniyorsa keşke onlar yerine scorpia'nın anneleri lezbiyen çift olarak işlenseymiş, hem scorpia'nın geçmişine dair daha çok şey öğrenirdik.

- serinin avatar'la paralellik taşıyan çok fazla yanı var, bu kimi yerlerde sinirime dokundu. özellikle shera'nın gücünü kullandığı bazı anlarda bulunan görsel dil (gözlerden ışık fışkırması) ve ilk sezonlarda light hope'la olan bazı sahneler birebir avatar'dan alınmış gibiydi. catra'nın karakter arc'ı ve tavırları kimi yerlerde zuko'yu andırıyor, hordak ve horde prime'ın ilişkisi de kimi yerlerde zuko-ozai, kimi yerlerde azula-ozai ilişkisi gibi. ve bow'un sürekli "best friend squad!!!!" diye gezinmesi aklıma sokka'yı ve "team avatar" muhabbetini getirdi :I 

olumsuz yanlarına rağmen genele vurduğumda shera'nın çok kaliteli bir seri olduğuna inanıyorum. noelle stevenson'ın retro bir çizgi filmden böyle kompleks bir eseri çıkarabilmesi büyük bir başarı. nimona adında bir çizgi romanı da varmış aynı zamanda, yakında onu okumaya başlayacağım :) ayrıca arada twitter'dan çok tatlı illüstrasyonlar paylaşıyor.

*
shera'nın yanı sıra yakın zamanda vakit doldurmak için başladığım bir başka şey, hollow knight. normalde pek oyun oynayan bir insan değilim ama platform oyunlarını severim/çocukken seviyordum. şimdiye dek hollow knight'la 10 saatimi geçirdim ve oldukça keyifliydi (hala green path'teyim :P). yavaş ilerliyorum tabii, çok alışık olmadığım için... karakter tasarımları, soundtrack ve world design oldukça iyi, fakat bazı yerlerde karmaşıklık ve zorluk seviyesi beni bunalttı, daha düşük bir zorluk seviyesiyle kısa sürede o evreni gezip bitirebilmek ve oyundaki anlatıya çabucak hakim olabilmek isterdim. şu anda oyunun hikayesiyle çok kopuk bir bağlantım var, bu da kendimi yeterince vermeme engel oluyor.

daha önce apotheon adında bir 2d platformer oynamıştım, o oyun bu konuda çok başarılıydı. beni daha başında karakterin hikayesine bağladığı için o dünyayı keşfederken ve oyunda ilerlerken anlamlı bir şey yaptığımı hissediyordum. keşke bu oyun da öyle olsa. ama yine de devam edeceğim - umarım bir noktada biter :p

*
bu ikisini bir kenara bırakırsam, bugünlerde dikkatimi dağıtmak ve kendimi arada gelen çökkünlük dalgalarına bırakmamak için koşuya devam ediyorum, fırsat bulabildiğimde ailemle deniz kenarına gidiyorum ve incir yiyorum :p en son medea'yı okudum, o da ilginçti. ama en iyisi incir. incir yiyiniz. :p tabii şu anda kırsal bir yerde yaşadığım için ucuza taze meyve bulmak kolay oluyor. 

that's all folks!

13 Temmuz 2020 Pazartesi

sevgisizlik

bugünlerde yaptığım iyi bir şey var: neredeyse her gün koşuya çıkıyorum.

bu aktiviteye iyi duygularla başladığımı söyleyemem. normalde koşu pek sevdiğim bir egzersiz türü değil. skolyozum olduğu için koşarken hep tek tarafıma daha çok basıyorum, bu da sinirimi bozan bir şey. ne var ki uzun süre evde kapalı kalınca bacaklarımı çalıştıracak bir şey bulmam zorunlu hale geldi, bunun için de koşudan iyi bir seçenek bulamadım. evde squat yapmayı denerken yere düşüyorum, onun da bu tercihte etkisi olduğunu itiraf etmem lazım :p

neyse, bir şekilde asimetri duygusuna alıştım, kondisyonumu da arttırdım. artık benim için önceden uzun sayılabilecek bir mesafeyi nefesim tıkanmadan ve rahatsız hissetmeden koşabiliyorum. vücudumun bu noktaya gelmiş olması beni çok mutlu ediyor. böyle sıkıntılı dönemlerde ufak fiziksel hedefler belirleyip bunlara ulaşmak harika bir duyguymuş. her şey takılı kalmışken, bir şeyler asla gelişip dönüşmüyormuş gibi gelirken kendi bedenimin iyi kötü bir şeyler yapabildiğini görmek, kaslarımın kapasitesini arttırmak kendimi çökkünlüğe bırakmama engel oluyor. egzersizin endorfin salgılatmasıyla ilgili söylenenler de doğru sanırım: genelde koşup yoga yaptıktan birkaç saat sonra alışık olmadığım türden bir mutluluğa kapılıyorum. biri vücudumun içinde ışık yakıyormuş gibi tatlı bir duygu.

koşu meselesinden bu kadar olumlu bir şekilde bahsettim ama asıl gelmek istediğim konu bu değil aslında. bugün koşarken uzun süredir kafamı oyalayan bazı düşüncelerin iyice açıldığını hissettim ve şu anki halimle ilgili bazı şeylerin ayırdına vardım. hayata dair ufak anlarda hissettiğim sevgiyi yitirmiş gibiyim, bu yüzden yazının başlığı "sevgisizlik". doğaya, canlılara, normalde bağ kurabildiğimi hissettiğim varlıklara bakarken aynı sevgiyi hissedemiyorum. derin ve güçlü olan ilişkilerimde (arkadaşlarımla, bir iki aile üyemle ve mentorum olarak gördüğüm insanlarla olan ilişkilerimi kastediyorum) bu geçerli değil. onlarla olan bağım neyse ki hala güçlü ve sağlıklı bir durumda (çok şükür!!). öte yandan dünyanın kalanına kendimi kapamış gibiyim.

bunun muhtemel sebeplerini düşündüm. pandemi sürecinin bir etkisi olduğu çok belli, geçmişte belli sebeplerden dolayı içerlediğim ve bunu ifade edemediğim aile üyelerimle uzun süre bir arada olup beraber bir hayat kurunca ister istemez günlük hayatıma hakim olan tavır değişti. bazı açılardan savunma moduna geçtiğimi, sürekli ev içerisinde kendi alanımı ve haklarımı koruma çabasına girdiğimi hissediyorum. bu noktada ailemle iletişimim eskisine göre daha sağlıklı ve düzgün, ama ne kadar uğraşsam da onlarla sevgiye dayalı bir ilişki kurmakta zorluk çekiyorum. rasyonel ve araçsal bir ilişki olabiliyor sadece. bir de artık atlatmış olmam gereken ayrılık sürecinin etkisi var tabii. şu anda hiç acı hissetmiyorum, ama bu sürecin hissettirdiği acı yok olurken eski sevgilime karşı düşüncelerim olumsuz bir hal aldı. kendimi koruyup karşımdakini olumsuzlayan bi noktaya geçtiğimi düşünüyorum. dış dünyaya karşı güvenimin biraz kırıldı galiba.

pandeminin başındayken buraya yazdığım bir iki şeyi okudum. çok olumlu ve umutlu sayılabilecek şeyler yazmışım, şu anki halime göre daha olgun bir konumdaymışım. şu anda biraz sinirli ve öfkeliyim. izolasyon sürecim çok uzadı ve kalabalık içinde sosyalleşmeyi çok özledim. bazen öfkemi fiziksel olarak hissedebiliyorum. bir şeylere vurmak ve bağırmak istiyorum. geçici olarak çözümüm kendi kendime agresif şarkılar açıp boş bir odada kafama göre dans etmek ve metallica dinlemek. bir yandan öfkemi bu şekilde boşaltmak, bir yandan da ufak şeylerle ve ev ilişkilerimde sevgiyi yeniden büyütmek gibi bir niyetim var. dün babamla konuşurken daha nazik olmaya çalıştım ve denize, güneşe falan bakarken doğayı sevdiğimi kendime hatırlattım. bugün hiç öyle sevgi dolu değilim, evin içinde sert hareketlerle dolaşıyorum ve birilerini dövdüğümü hayal ediyorum :p ama neyse ki evde hiç kimse yok, o yüzden öfkemi rahatça boşluğa yöneltebilirim. öfkenin en azından bir iyi yanı var: bazen üretken davranışlara dönüştürülebiliyor. kendimi hınçla çalışırken, koşarken, kitap okurken bulabiliyorum. yine de sağlıklı değil tabii ki. umarım geçer.

en azından bu ara kendimle ilişkim biraz düzelmiş gibi. biraz kırılgan şekilde de olsa özgüvenim arttı sanırım. belki de hissettiğim şeyin üzüntü ve depresyon yerine öfke olmasının nedeni budur: kötü duygularımı içime değil de dışıma yöneltince form değiştirmiştir belki.

bugünlük boş gevelemelerim de bunlar olsun :p iyice günlüğe döndü burası, bir ara kitap yazısı falan yayınlamaya çalışayım bari.

edit: yazıyı yeniden okurken fark ettim ki bilgisayarım ne zaman pandemi yazsam bunu "pandamı" şeklinde değiştiriyor... SRSLY?!?!?!?!?

çizim günlüğü - 13 temmuz 2020















9 Haziran 2020 Salı

okuma notlarım - the book thief

liesel, max, rudy, hans ve rosa.

ve ölüm.

(merhaba ölüm. iyi bir anlatıcısın, seni sevdim. ama tabii ki sadece bir anlatıcı olarak :p)

the book thief ilginç bir kitap. teması, konusu bakımından değil elbette, çünkü II. dünya savaşı dönemi almanyası ve holocaust hakkında halihazırda gazilyon tane eser olması lazım. ağır bir konu, önemli bir konu; fakat aynı zamanda klişeleşmiş ve hakkında yazılabilecek neredeyse her şey yazılmış bir konu. o dönemde yer alan yeterince iyi ve kötü eser okudum ve bir noktada savaşların tarihine ve tarihsel kurguya özel bir tutku duymayan biri olarak daha fazlasını okumaya ihtiyaç duymadığımı düşünüyorum. tabii ki gerçekten etkilendiğim eserlere denk geldim, örneğin maus muhteşem bir çizgi romandı (zaten bir klasik sayılıyor sanırım). fakat okumasam da olurdu dediğim bazı kitaplar da var, çizgili pijamalı çocuk gibi. onu çocukken okumayınca pek anlamı olmuyor sanırım.

öte yandan the book thief çok uzun süredir okuma listemdeydi. okuma listemdeki kitapları nafile bir çabayla azaltmaya çalışıyorum, o yüzden bir şekilde başladım.

değişik, çarpıcı ve keskin bir üslubu var. tabii bu anlatıcının kimliğiyle de alakalı: kitabı ölüm'ün ağzından dinliyorsunuz. bu hikayeyi okunmaya değer yapan şey bence bu. konu edilen dönemi yansıtmak için yaratıcı bir tercih olmasının yanı sıra ölümü bir karakter olarak düşünmek insanın ilgisini uyandıran bir şey.

başlarda üslubu azıcık cringey bulmadım desem yalan olur. sanırım bu tarzı çok fazla young adult kitabında taklit edilirken veya suyu çıkarılırken gördüm. hafif john green'imsi, edgy, dramatik, "bak şimdi önemli bir şey söylüyorum" havası. sonradan alışıyorsunuz, üslup da kitabın devamında abartısını kaybedip iyice oturuyor. ölüm'le daha bir haşır neşir olunca anlatım tarzı da pek batmamaya başlıyor sanırım :p

karakterleri samimi ve insani buldum, o nedenle kitapla duygusal bir bağ kurmakta pek zorlanmadım. çoğunun alman oluşu ve o dönemin toplumunu farklı yüzleriyle tanımak kitabı daha gerçekçi yapıyor, iyi-kötü ayrımı basit bir ikiliğe oturtulmamış. hem hitler'i destekleyen karakterler hem de o dönemin politik çevresinden kendini sıyırmak için elinden geleni yapan karakterler var. doğru tercihleri yapmaya çalışan karakterleri okurken politik baskıyı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. bu da kitabın sevdiğim yanlarından biri oldu. kötülüğe o denli batmış bir ortamda doğru davranmanın neredeyse hiçbir yolu yok gibi, ama sürekli dolambaçlı tercihler yapmak ve bir şekilde hayatta kalmak zorundasınız. ama sonunda bu yaptıklarınıza değmiyor. çünkü savaş :( bir kere şiddet normal hayatın bir parçası haline gelince bundan kaçınmak mümkün değil.

sonuç olarak hoş bir kitaptı. goodreads'te dört yıldız verdim. konu ilginizi çekiyorsa bakmanızı öneririm.


1 Haziran 2020 Pazartesi

okuma notlarım - the gospel according to jesus christ - jose saramago

yıllar sonra ilk kez saramago okuyorum. bir zamanlar favori yazarımdı, canım saramago. ironisini, upuzun cümlelerini, başı sonu belli olmadan insanı sürükleyen akışını özlemişim. daha önce bir kez gospel according to jesus christ'a başlamaya yeltenmiş, fakat nedense ilk sayfalardan sonra devam edememiştim. bu kez öyle olmadı: başlangıçtaki tablo tasvirleri hızla beni içine çekti ve kendimi keyifli bir okuma akışının içinde buldum.

kitabın konusu adından da çok belli oluyor: isa'nın hayatının yeni bir anlatısı. elbette söz konusu saramago olunca din eleştirileri kitabın her yerine sinmiş durumda.

bu eleştirilerden beni en çok etkileyen, şiddetle ilgili kısımlar oldu. özellikle de hayvanlara olan şiddet ve kurbanın eleştirisi çok yoğun bir şekild yapılmış. lisede saraamago okuduğum günlerden beri fikirlerim, etik yargılarım çok değişmiş durumda, özellikle de hayvanlarla ilgili olarak. "türcülük" kavramıyla tanışageldiğimden beri ilk kez saramago okuyorum sanırım. o kısımları yeni bir gözle gördüm. kitabın beni en çok etkileyen yanı bu tür sonradan evrimleşmiş, günümüz insanının aklına hitap eden etik kuramları o dönemin bağlamına yerleştirmesi oldu. joseph'in "neden başkalarının çocuklarının ölmesine izin vermedim?" diye düştüğü ahlaki ikilem de bunun bir benzer.  elbette cinsiyete yönelik eleştiriler de mevcut, saramago sıklıkla ataerkil gelenekleri iğneliyor.

tüm bunların yanında adamın tatlılığını, naifliğini, iyimserliğini sayfaların ardından hissedebiliyorsunuz. en acayip konularda yazarken bile öyle. bu. yazarın en çok bu yanını seviyorum sanırım. insanlara inanıyor; en acayip, en vahşi hallere düştüklerinde bile inanıyor.

kitap hakkında söyleyebileceğim başka bir şey yok. en sevdiğim, en ufuk açıcı saramago kitaplarından biri olduğunu söyleyemem, ama akıcılık bakımından en iyileri arasındaydı.

17 Mayıs 2020 Pazar

çizim günlüğü 2 (ve gelincikler!)


yine bir şeyler çizdim. geçen gün de aşağıda tarla gibi bir yerde ablamla dolaşırken gelincik gördük - en sevdiğim çiçek türü! bana nasıl gelincikten "gelin" yapıldığını gösterdi, çocukluğunda çok yaparlarmış. minik uzaylı kadınlara benziyorlar.

bugün karantinada zor bir gün geçiriyorum :(
keşke her şey düzelse







27 Nisan 2020 Pazartesi

çizim günlüğü




monty python'lı günler

uzun, uzun, upuzun bir süredir yapmam gereken bir şeyi yaptım ve monty python and the holy grail'i izledim!

siz de karantinada mısınız? (umarım öylesinizdir :P) eğlenmeye mi ihtiyacınız var? (ilk soruya evet dediyseniz bunun da cevabı evettir diye düşünüyorum). kendinizi geek olarak mı tanımlıyorsunuz? benim yaptığım gibi uzun süre beklemek yerine HEMEN BU FİLMİ İZLEYİN ÇÜNKÜ ÇOK GÜZEL!

deli gibi kahkaha attım. uzun süredir bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. "i didn't vote for you!" sahnesini önceden duymuştum ama izleyince bu kadar komik olacağını tahmin edemiyordum. fransız şövalyelerin hakaretleri mükemmeldi (özellikle "i fart in your general direction" ve "your mother is a hamster and your father smells of elderberries"). evdeyken ara ara üzerime çöken depresifliği ve ağırlığı o kadar güzel süpürdü ki... bu dönemde izlemek için gerçekten iyi, çünkü mizah tarzı hayatı hafife alır ve absürtlüğünü gözünüze sokar türden. "bu ne be, azıcık salayım" moduna giriyorsunuz izlerken. her şey manasız geliyor, ama olumlu bir şekilde :P

bu kadar çok kez izlenmiş, hakkında konuşulmuş bir film hakkında başka ne söyleyebilirim bilmiyorum. benim izleme nedenim ready player one oldu. kitapta 80'lerde iz bırakan çoğu esere yer veriliyor ama en en yoğun şekilde bahsedilen filmlerden biri monty python. hatta neredeyse filmin kendisini izlemiş kadar oluyorsunuz. film orada da karşıma çıkınca artık izlemek zorunda olduğuma karar verdim. keşke daha önceden yapsaymışım. günlerdir bazı sahneleri hatırlayıp kendi kendime gülüyorum. üstelik pek çok farklı yerde referans verilen bir filmmiş, özellikle de oyunlarda. o nedenle izlemeniz kenarda köşede güzel göndermeler yakalamanıza vesile olabilir :D

holy grail'in ardından life of brian'ı da izledim, ama aynı derecede keyif alamadım ne yazık ki. ki din temalı mizaha bayağı gülerim normalde. yine hoş bir filmdi ama kahkahalar attırmıyor.


şu sahneyi de eklemiş olayım. şimdi yeniden izledim de keyfim yerine geldi :)

YA TEMA MÜZİĞİ BİLE ÇOK GÜZEL DEĞİL Mİ?

16 Nisan 2020 Perşembe

yılmadım ve hala bir şeyler çiziyorum


(wow so fancy)


(skeleton with an unintentionally disproportional body)


(i think this one looks kinda cool)


(i have shaky hands)




2 Nisan 2020 Perşembe

karantinadayım

merhaba.

sabah uyanıyorum. uyanıyorum. uyanı...

elimi uzatıyorum. telefona dogru. alarmı kapatıyorum.

telefon. mesajlara bakıyorum. tabii ki mesaj yok. yine de mesajlara bakıyorum. iç geçiriyorum. uyumalı. yım. hayır uyanmalıyım. mesajlara bakmamalıyım. (orada görmek istediğim şeyi görmeyeceğim.) mesajlara bakmamalıyım. mesajlara...

tabii ki mesajlara bakıyorum.

karantina garip geçiyor. bir şeyler okudum. bir şeyler düşündüm. bir şeyler çizdim. hepimiz hayatta kalmak için bir şeyler yapmak zorundayız.

buraya çizdiğim iki şeyi karantina anısı olarak ekliyorum:



that's all, folks!

hayatta kalalım.

22 Mart 2020 Pazar

ready player one


akıcı, ilgi çekici bir hikaye okumayı, alternatif bir dünyaya gömülmeyi, karakterlerle bağ kurabilmeyi çok özlemişim. uzun süredir (her ne kadar sevsem de) kurgu dışı okumalara o kadar boğulmuştum ki sadece iyi vakit geçirmek için bir şeyler okumanın nasıl bir şey olduğunu unutmuşum. sanırım bunun için coronavirüs’e teşekkür edebilirim. bir anlığına bütün hayatımın düzeni altüst olunca fabrika ayarlarıma dönmemi sağladı. doğal olarak ilk yaptığım şey roman okumaya sarılmak oldu.

ready player one iyi vakit geçirmek için güzel bir seçenek. kitabı goodreads’teki yorumlar üzerine okumaya karar verdim. enerji krizinin hüküm sürdüğü bir dünyada geçiyor, o yüzden hafiften distopik young adult romanlarını andıran bir havası var. öte yandan 80’lerde çocukluğunu/gençliğini yaşamış, o dönemin geek kültürüyle haşır neşir olmuş insanlara da hitap eden bir kitap, o yüzden daha olgun bir tonu olduğunu söyleyebilirim. kitabın her sayfasından o döneme dair farklı isimler fışkırıyor. bazı kısımlarda irrite olmaya çok yaklaştım, her an namedroppingin dozu kaçabilirmiş gibi geldi. benzer şekilde “dünya berbat ve anlamsız bir yer, hiçbir şeyin bir anlamı yok, biz evrende dolaşan bir toz zerresiyiz vs.” kısımlarında da cringe’in ve klişeliğin sınırlarına çok yaklaşıldığını hissettim. kitapta bu iki sorunu dengeleyen unsur, yazarın kendisini fazla ciddiye almıyor oluşu. başından sonuna kadar her şeyin kişisel bir hikayenin parçası olduğunu hissediyorsunuz. evrenin anlamsızlığıyla ilgili kısımlarda “bak burada önemli bir şey söylüyorum!!1!” tavrı yok. karakter, tişörtünün renginden bahsediyormuş gibi bunlar anlatıyor. elbette bu tür bir dünyanın kitaptaki sanal gerçeklik evrenini (OASIS’i) daha anlamlı kılmak için gerekli olduğunu görebiliyorsunuz ama o kadar. benzer şekilde nostalji ve namedropping yapılan kısımlarda da abartılı bir ton yoktu, o nedenle tanıdık gelmeyen çok fazla şeyin olduğu kısımlarda bile keyif alabildim.

dünyayla ilgili ek bilgilerin verildiği kısımlarda üslup daha iyi olabilirmiş. kitapta bunları doğrudan ana karakterin (wade’in) sesinden dinliyorsunuz. wade, oasis hakkında çok fazla şey bildiği için bunları anlatabiliyor olmasında sıkıntı yok, ama direkt okuyucuya yönelik bir anlatım stili olunca wade’in ve yazarın sesi birbirine karışıyor. açıkçası ben evrene dair detayları daha farklı şekillerde öğrenmeyi seviyorum. farklı medya türlerini (o evrene dair başka kitaplar, gazete haberleri vs.) kullanmak, olayların içine yedirmek gibi yöntemler daha bir gerçekçilik katıyor. kendimi bir hikayeye verdiğimde bunun bir anlatı olduğunun gizlenmesinden ve o dünyayı ciddiye alabilmekten hoşlanıyorum. bu konudaki favorim brad bird’ün incredibles’ın başında yaptığı şey: daha dünyayla tanışmadan karakterlerin röportaj kayıtlarının gösterilmesi. bence insanı anında hikayeye muhteşem bir taktik. fakat bu başka bir yazının konusu, o nedenle çok dağılmadan devam edeyim.

kitaptaki ana villain IOI adında, OASIS’i ele geçirmeye çalışan bir şirket. şirket-villain’ları hem gerçekçi hem korkutucu bulduğum için bundan çok hoşlandım. gerçek dünyayla ilgili göndermelerin bazıları (james halliday’in hikayesinin steve jobs’ınkine benzemesi gibi) biraz fazlaydı ama emek sorunlarıyla ilgili göndermeler çok hoşuma gitti. günümüzde pek çok oyun ve entertainment şirketinde çalışanlar ciddi anlamda sömürülüyor ve ilk başta insanların kendi hikayeleri, kendi haya güçleri ve arkadaşlık ilişkilerinden doğan bir kültür büyük oranda metalaştırılmış durumda. IOI’ın yerine disney gibi bir şirketi koyabilirsiniz. benim anladığım kadarıyla kitap pek çok açıdan bu kültürün ele geçirilmesine karşı bir tepkiyi ifade ediyor. bu yanı hoşuma gitti. gerçek dünya aynı sistem tarafından mahvedilmişken tek kaçış yolunun da tehlike altına girmesi bence bir roman için anlamlı bir başlangıç noktası en eleştirilen yanlarından biriymiş aynı zamanda. 

son olarak, kitabın final sahnesinde ağladım. ruh halim de buna müsaitti, kabul ediyorum. ama karakterler bana bir şekilde dokundu. özellikle wade’in aech’le arkadaşlığı ve art3mis’le ilişkisi. art3mis’le ilk kez yüz yüze geldiği an. ve halliday’in hayat hikayesi tabii. :’)


okumanızı öneririm. madem pandemi dönemindeyiz, sağlıklı günler diliyorum! :P

22 Şubat 2020 Cumartesi

little women (2019)



little women'ın yeni uyarlaması aslında aylar önce çıktı, ama türkiye'de vizyona girme tarihini 14 şubat'a denk getirdikleri için yeni izleyebildim. (not: yazıyı 22'sinde yayınlıyorum ama filmi 14 şubat'ta izledim). güzel bir sevgililer günü etkinliği olmakla birlikte sinemaların her seferinde en sevdiğim filmlerin tarihini değiştirmesinden bıkmış durumdayım. animasyon filmlerinde aynı şeyi yapmalarına çok alıştım çünkü her seferinde çocukların tatiline ya da karne zamanına denk getirmeye çalışıyorlar. ne var ki bir yetişkin filminde bunu yaşamayı beklemiyordum. üstelik gitmeyi planladığımız ilk sinema salonunda gösterime bile girmemişti film, sanırım çok az yerde gösteriliyor. ne diyeyim, çok üzücü bir durum.

sinema tamamen kadın izleyicilerle doluydu, bazı sahnelerdeki tepkilerden anladığım kadarıyla çoğu kitabı okuyarak gelmiş insanlar. daha "maskülen" film türlerini seven kadınlar varken bu tür daha feminen eserlerin erkekler tarafından izlenmemesi çok üzücü bir şey. adı "little women" olunca denemeyi bile düşünmüyorlar sanırım. cinsiyet rolleri :( ama tabii ki çok keyifli bir seyir oldu benim için. filmin başlarında biraz şaşırdım, çünkü senarist lineer bir yol izlemek yerine hikayeyi flashbackler halinde anlatmayı seçmiş. sahneler kitaptakinden daha farklı bir sırayla ilerliyor. 94 uyarlamasını defalarca izlediğim için sahnelerin o filmdeki gibi ilerlemesini bekliyordum, bu nedenle alışmam birazcık zaman aldı. fakat senaryo işini iyi bir şekilde kotardıklarını söyleyebilirim. hem çok bilinen bir kitap uyarlaması olduğu için filme ferah bir hava katmış, hem de hikayeye sadece little women'daki hikayenin değil louisa may alcott'un kendi hikayesinin de yedirilmesini sağlamış. spoiler vermek istemiyorum ama bu sayede filmin sonu da daha yenilikçi bir şekilde bitiyor. kadın protagonistin sadece aşkı ve evliliği üzerinden tanımlandığı hikayenin dışına çıkılıyor, hatta ucu biraz açık bırakılıyor diyebilirim.

filmden çok memnun kaldım. bir uyarlama olarak hem karakterlerin ruhunu korumayı başarmış hem de modern izleyiciye hitap edebilmiş. senaryoda uygulanan teknik kitabı okumamış izleyiciler için biraz yabancılaştırıcı olabilir, ama aynı zamanda kitabı okusa sevmeyecek insanlar tarafından da sevilebilecek bir film ortaya çıkardığını düşünüyorum. her ne kadar jo'nun ana karakter olduğu çok belli olsa da karakterlerin her birine ayrı bir önem gösterilmiş. özellikle de beth'in karakter gelişimine yeterince vakit ayırdılar mı diye dikkat ettim ve bunun başarıldığını gördüm. oyuncular harikaydı. timothee chalamet'ye call me by your name'i izlediğimden beri özel bir hayranlığım var zaten, laurie rolünde de harikaydı (özellikle önceki filmdeki christian bale'in laurie'siyle karşılaştırılınca). bu filmde ilk kez izlediğim saoirse ronan'a da bayıldım. en ilginci de emma watson'ın meg rolünde olması. itiraf etmeliyim ki beauty and the beast'ten sonra emma watson'a hafiften gıcık olmaya başlamıştım sürekli kendi kişiliğinin varyasyonlarını oynadığını düşündüğüm için. onu meg rolünde izlemek bu algıyı kırmamı sağladı. güzel bir iş başarmış. beth'le ilgili kısımlarda tabii ki biraz ağladım, ama salondan çok mutlu bir şekilde çıktım. iyi bir film izlemek harika bir  duygu, ama iyi bir uyarlamanın bunun da ötesine geçen bir keyfi var. ileride geleneksel bir kış filmi olarak tekrar izlemeyi planlıyorum :) umarım fırsat olur da sevdiğim kitapların güzel uyarlamalarıyla daha sık karşılaşabilirim.

2 Şubat 2020 Pazar

bir şeyler izledim

selam. ışık hızında geçen bir tatilin ardından bir anda okulun ilk haftası sona erdi, neye uğradığımı şaşırdım. açıkçası derslerin başlamasından çok memnunum çünkü bu dönem inanılmaz keyifli bir programım var ama öncesinde birkaç blog yazısı yazmayı planlamıştım. olmadı, yapamadım. şimdi buralar boş kalmasın diye kısaca izlediğim bir şeylerden bahsedeceğim. öte yandan okumaya değer olur mu bilmiyorum çünkü düşünerek yazılmış bir şeyler olmayacak. read at your own risk.



better than us

bu bir rus netflix dizisi. geçen dönem rusça dinleme pratiği yapmak için izlemeye başladım. çok acayip bir dizi olduğunu söyleyebilirim. hikaye insansı robotlar üzerinden dönüyor ama türk televizyonlarında izlediğimiz şeyleri andıran bir aile-entrika-holding arka planına sahip. hatta bazı karakterler bizdeki yerleşik tiplere (cefakar anne, şirket sahibi kötü adam, aşırı şirin çocuk vs.) tam olarak karşılık geliyor. bu durum ara ara ruslarla aramızdaki kültürel benzerliği sorgulamama bile neden oldu. dizideki robot aileyle ilgili kavramları sorgulamak için bir araç işlevini görüyor. kusursuz bir robot, bir annenin/eşin yerini tutabilir mi? spoiler olmasın, ama benim anladığım kadarıyla buna verilen cevap olumsuz. yine de bazı yönleriyle alışılmadık bir robot portresi sunulmuş. robotları canlandıran oyuncular da oldukça iyi bir iş çıkarmış.

tamamını izlemeye değer mi? pek zannetmiyorum. ama birkaç bölüme göz atıp eğlenebilirsiniz. benim için işlevini yeterince gördü, birkaç güzel rusça küfür öğrendim. bir gün olur da rusya'ya gider ve trafikte takılı kalırsam birilerine sövebilirim :P bi tane daha rusça diziye başlamıştım trotsky'nin hayatı hakkında, oyuncular daha iyi olmasına rağmen better than us kadar sarmamıştı. belki bi ara onu da bitiririm.



perfect blue

bu bir uzun metraj anime. mimarin adındaki bir j-pop yıldızının kariyerini değiştirip oyunculuğa geçişini, bu sırada ajansı tarafından nasıl yönlendirildiğini ve sektör uğruna yaşadığı psikolojik bölünmeyi anlatıyor. black swan'ın yönetmeni bu filmin hayranıymış, bayağı da esinlenmiş sanırım.
animasyon izleme modumdaydım, film de kısa olduğu için bir bakayım dedim. oldukça karanlık bir teması var, kişisel olarak pek tercih ettiğim bir şey değil, ama kendini izlettirdi.çizim tarzı oldukça hoştu. filmin en güçlü yanı ise müzikleriydi. gerilimden ve bulmaca tarzı kurgulardan hoşlanıyorsanız izlemenizi öneririm.

bu kadar :)