9 Ocak 2021 Cumartesi

pixar, ama 20 yıl önceki gibi - soul (2020)





bu aralar yeni bir film izleme stratejisi takip etmeye çalışıyorum: film kültürümü geliştirmek için fırsat buldukça sırasıyla bir tane popüler/eğlenceli film, bir tane de daha ciddi ve eleştirmenlerin beğeneceği türden, "sanat filmi" izlemeye çalışıyorum. (bunlar genelde mubi'de bakınırken gözüme çarpan filmler oluyor :P) pixar'ın yeni filmi soul'u izlemek uzun süredir aklımdaydı, derslerden dolayı iyice geciktirmiştim. popüler film sırası gelince onu araya sıkıştıracaktım. ne var ki dün bir finalime çalışmam gerekirken aniden kendimi yan sekmede filmi açmış olarak buldum :D sonrası malum. 

pixar'ın benim için çok önemli bir yeri var. artık "klasik" diyebileceğimiz seviyeye gelmiş olan bazı filmleri (toy story, monsters inc, the incredibles) çocukken kalbime en dokunan kurgulardandı. 3d animasyon kalitesi bir yana, bile hikaye anlatımında oluşturdukları formülü çok beğeniyorum. fakat son yıllarda beni pixar'dan uzaklaştıran pek çok şey yaşandı. bunların başında john lasseter skandalı geliyor. her ne kadar skandalla doğru şekilde baş edildiğini düşünsem de stüdyonun imajı gözümde büyük bir yara aldı. bir de herkesin farkında olduğu bir kalite düşüşü var elbette. çok fazla devam filmi çıkardılar, çoğu akılda kalıcılıktan uzak, nostalji duygusunu tatmin etmek isteyen izleyicilere yönelik yapılmış filmlerdi. her ne kadar tasarım ve animasyon gibi konularda çağ atlamaya devam etseler de hikaye konusunda istenen tadın yakalanamadığını düşünüyorum. ki bu dönemde çok övülen bazı orijinal filmlerde bile sıkıntılar vardı, coco ve inside out gibi. stüdyo bazı açılardan fazla disneyleşmiş, bazı açılardan da iyice kendi karikatürüne dönmüş gibiydi. her ne kadar bu iki filmi severek izlesem de pixar'ı düzenli şekilde takip etmeyi bıraktığımı itiraf etmeliyim. fakat soul beni yakalamayı başardı. film sona erdiğinde kendimi  "klasik" pixar filmlerini izlediğimde nasıl hissediyorsam öyle hissediyordum: mutlu, hafif ağlamaklı, yaşama isteğiyle dolu.

film hayallerine kavuşmayı bit türlü başaramamış bir caz piyanistinin hikayesini anlatıyor. joe gardner. şanssız, fakat hevesli bir adam. bir okulda müzik öğretmenliği yaparken sonunda gerçekten hayalini gerçekleştirebileceği, sahneye çıkabileceği bir fırsat yakalıyor. ve pat - adam sevinçle telefonda konuşurken bir belediye çukuruna düşerek ölüyor.  ilk kez bir pixar filminin bu kadar ağır konuları ele aldığını görüyoruz (belki the good dinosaur dışında): ölüm, ölüm sonrasındaki "the great beyond," ruhlar, maneviyat. hepsi stüdyonun klasik teknikleriyle, konseptler karakterlere ve dengeli tasarlanmış görsellere dönüştürülerek anlatılıyor. hatta bunun stüdyonun son yıllardaki en büyük zayıflığı olduğunu söyleyebiliriz: kanlı canlı, baştan aşağı kişilikten oluşan karakterler yerine (selam sheriff woody :P) konseptlerin hikayesini anlatmak. ruhları hayata hazırlayan iki boyutlu manevi görevlileri, oradan oraya koşturan bebek ruhları görüyoruz, tıpkı inside out'taki gibi bir dünya. hatta bu iki film aynı evrendeymiş gibi hissedebilirsiniz. neyse ki bu kez joe gardner'ın kişiliği ve etrafındaki insanlar kısmen bu tamamen kavramsal dünyayı kırabilmiş. bu sayede 2000'lerdeki güçlü karakterlere, onları güçlü motivasyonlarına dayanan o pixar tadı geri gelmiş.

filmin kurgusuna çok girmek istemiyorum, fakat çok temel soruları irdelemiş: hayat amacın, seni her sabah uyanmaya zorlayan şey ne? neyi yapmak için doğdun? what's your calling? bunların hepsi inanılmaz derecede alıştığımız, bir noktada düşündüğümüz sorular. bunları cevaplamamak bir ayıp haline gelmiş resmen. fakat belki de seni uyandıran şey bir amaç olmamalıdır. belki de insanın gözlerinin parlamasını sağlayan, onu her gün yatağından kaldıran parıltı, uzak ve ulaşılması zor bir amaç değil de hayatın kendisidir. içilen su, yenilen çikolatadır mesela. arkadaşlarınla edilen güzel bir sohbettir. filmde bir ruhun amacını bulamadığı için üzülmesini, hayatın güzelliklerinden aldığı zevkten utanmasını görüyoruz. izlerken bu dayatmaların ne kadar yapay ve kurgulanmış olduklarını fark ettim. kısmen de neoliberal özne olmanın bir parçası haline getirildiğini düşünüyorum: bir amacın olduğuna, ona kendini tamamen adaman gerektiğine inanmalısın ki biri seni dışarıdan zorlamadan da üretken olabilesin, her gün saatlerini ona harcayabilesin - tek bir karşılık bile beklemeden. yapamadığında sana "demek ki yeterince istemedin" diyen, tüm sorumluluğu kendine almana neden olan ses bu işte. onu susturmak lazım. bu bakımdan alttan alta çok tatlı bir eleştiride bulunmuş pixar, bu dönemde herkesin duymaya ihtiyacı olan türden. ben memnun kaldım :)