14 Eylül 2021 Salı

çizim güncesi - 15 eylül 2021

 buraları iyice boşlamışım, huh?

bu ara eskizlerimden epey memnunum. geldiğim nokta, tüm bu süreçte gösterdiğim gelişim bana inanılmaz geliyor. pratik yapmak büyük fark yaratıyormuş gerçekten.

böyle devam diyelim o halde...












30 Haziran 2021 Çarşamba

y: the last man

dünyanın en sevimsiz protagonistiyle tanışmak ister misiniz?

işte karşınızda yorick brown, y kromozomu taşıyan bütün memelileri öldüren bir felaketin ardından hayatta kalan tek erkek insan!


(blogger'ın böyle takıntıları var mı bilmiyorum ama pornografik içerik barındırmamak adına resmi sansürledim :P)

bu "gendercide" olayı tam da yorick avustralya'daki sevgilisi beth'e telefon üzerinden evlenme teklif ederken yaşanıyor. bir anda dünyanın her bir yanında erkekler nalları dikiyor. sonuç: kaos. düşen uçaklar, kadın üyelerin azlığı nedeniyle bir anda yok olan hükümetler, ceset yığınları, nesli tükenen hayvanlar, aksayan altyapı çalışmaları, bunların ardından bir şekilde hayatta kalmaya çalışan insanlar. ve bu koca bir seri boyunca biz yorick'in siyahi bir amerikan ajanı ve lezbiyen bir bilim kadınıyla birlikte avustralya'ya yola çıkışını ve sevgilisini arama macerasını okuyoruz.

bu seriye brian k. vaughan'ın adına güvenerek başladım. pandemi'nin başında saga'yı okumuş ve hayran kalmıştım. aile ve insan ilişkileri hakkındaki gözlemleri, karakterizasyon becerisi, bu karakterlerle en ilginç çatışma ve sahneleri oluşturabilmesiyle beni etkileyen bir yazar. saga'yı bana öneren kişi y: the last man'i daha çok beğendiği için umutluydum da. ama dürüst olmam gerekirse tırt bir deneyimdi :( ara ara vaughan'ın parıltılarını yakalayabilsem de (özellikle ajan ve bilim kadını karakterleri ve hikayenin heyecan verici dönemeçlerinde bunu hissettim) eserin kalanı beni tatmin etmedi pek. eski olmasının, o dönemden bu yana cinsiyet hakkında pek çok yeni tartışma dönmüş olmasının da bunda payı büyük. arkadaki dünyanın işleyişiyle ilgili ciddi sorunlar vardı. anlatı içinde heyecan yaratma uğruna hikaye anlatımı tricklerine çok başvurulmuş, doğallık hissini çabucak kaybediyorsunuz. saga'da hissettiğim "bu karakter kesinlikle bu durumda böyle davranırdı, ve bu sahne kesinlikle yaşanabilirdi" hissine kapılamadım y: the last man'i okurken. yine de başladığım için bitirmek istedim.

serinin görsel stili bana hitap etmemekle birlikte oldukça temiz ve tutarlı bir görünüme sahip. ara ara tam sayfa kurukalem illustrasyonları da eklenmiş. bazılarında kırmızı ve sarı kullanımını çok yoğun ve göze batacak derecede çirkin bulsam da birkaçı çok hoşuma gitti. sevdiklerimden birini aşağıya bırakıyorum.




bittiği için mutluyum. yeni çizgi romanlara yelken açalım...

15 Haziran 2021 Salı

geriye bakış

merhaba!

bugün beklemediğim kadar önemli bir güne dönüştü benim için. bir şeylerin içimde dönüştüğünü hissediyorum. tam bu tarihte hız treninin yukarı çıkan kısmı başlamış gibiyim. böyle hissettiğim bir anda geriye bakmak, acayipliklerle dolu son yılı değerlendirmek istedim. bu süre zarfında blogumu bir iç dökme mekanı gibi kullandığım için geriye bakışımı buradaki yazılarımı da okuyarak yapmak mantıklı geldi. kendime bir hatırlatma olsun diye de bu yazıyı burada tutacağım.

yarın aşı oluyorum (sebebini anlamadığım bir şekilde şu an aşı olabilen gruptayım?). yıllardır (evet, artık yıl-lar oldu!) bu anı bekliyordum. o geçen süre içerisinde kimi zaman her sabah aşı haberlerini aradım, her gün vaka sayılarını kontrol ettim. bir daha asla mutlu olamayacakmış gibi hissedip ağladım. ailemle tartıştım, memnuniyetsizlik duydum, yakındım, arkadaşlarıma ağladım. ex'imi stalklayıp kendimi üzdüm. yediklerimi tükürüp sağlıksız kilolara indim, yastığımdan dökülen saçlarımı topladım. boşa vakit harcadım, twitterda doomscrolling yaparak saatlerimi yedim. taştığımı, son damla sınırına eriştiğimi hissettim. "yeter artık" denilecek o nokta. insanlara sinirlendim, acılarına karşı merhametimin ve iyi dileklerimin tükendiğini duyumsadım. önceden olmayı istemeyeceğim kadar kötü biri olmak istedim.

başka neler oldu peki? ailemle öncede incelip kopma kıyısına gelmiş bağlarımı onardım. aramızda hakiki, düzgün, güven dolu ilişkiler oluşmaya başladı. yıllar sonra ilk kez okul dışında güvenli bir yerim, bir evim oldu. yıllardır görmediğim arkadaşlarımla tekrar iletişim kurmaya başladım. beni unuttuğunu sandığım insanlar bana ulaştı, destek oldu. halihazırda yakın olduğum arkadaşlarımı daha yakından tanıdım, onlara vakit ayırmayı öğrendim. pandemi olmasa asla karşılaşamayacağım yeni harika insanlarla tanıştım, hayatımda çok olumlu izler bıraktılar. burs başvurularımı yaptım. özgüvenimi yeniden kazanmamı sağlayacak minik başarılar elde ettim. bütün bunlar bana eksikliğini çektiğim en önemli şeyi geri verdi: güven. 

ve şimdi, şu anda, geriye dönüp baktığımda, pandemi öncesinde sahip olduğum, gözümde büyüttüğüm o hayatı geri istemediğimi, şu anda elimde olan hayatla onu değiştirmek zorunda kalsam üzüleceğimi görebiliyorum. ilk başta "felaket"  olarak gördüğüm bu olaylar yaşanmadan hayatımın izlemiş olabileceği o alternatif yolu istemiyorum. paralel evrende bunları yaşamamış olan insan olmayı istemiyorum. hayatımın, dünyanın bu versiyonuyla barıştım. evet, yarı distopik, kim bilir başka hangi felaketlerin bizi bulacağı bir dünya bu. belki asla tatmin etmeyecek. belki asla iyiye gitmeyecek. belki asla kendi etik değerlerimle, dünyanın var oluş biçimiyle, çarpıklığını duyumsadığım ve isyan etmek istediğim şeylerle barışamayacağım.

ama yine de bu hayatı kabul edebiliyorum. 

tekrar denemeyi göze alabiliyorum.

ve bu yüzden çok mutluyum.

bu da kendime bir hatırlatma olsun. bu da geçti. bundan sonrakiler de geçecek. yanlış şeylere tüm gücünle tutunmaya çalışıp kendine zarar verme bir daha. olan bitene kızdın diye öfkeni içine yöneltme. seni sevenlere de yöneltme. hepsi geçecek. her şey geçici.


kedinin aşkı



mırıltım, ayım, güneşim

seni takip edeceğim

sonuna dek tüm günlerin 

dünya bir mavi yumak

uçlarını bulacağım dişlerimle

tarçın ve yıldız tadı nefesimde

gölgen bana kuzey'i gösterirken

açılacağız varoluşun denizine

galaksinin çukurlarına tırmanıp

kumaşına tırnaklarımı geçireceğim

devrilip duran bu evrenin

ufalanmış ve yorgun tenine

dilimle dokunacağım

ağzıma dolacak tuz ve kum

her bir zerrede seni tadacağım

sen ve ben ve bu yumak dönüşene değin

sönmüş küllerden bir yığına

patimi atacağım

diğerinden bir adım uzağa


20 Mayıs 2021 Perşembe

fırtına tanrıçası







fırtına tanrıçası

dinle duamı

dindir içimdeki azgın rüzgarı


fokur fokur kaynıyor kanım

denizin dipsiz dalgalarıyla

birbirine giriyor dalga ve yağmur

göğsüm gürlüyor çağıltısıyla

ağzımdan şimşekler çıkartmak istiyorum 

kara uzayın boşluklarına

ellerim karanlığı yarsın

haykırayım yokluğun avlularına

ateş ve kan kusayım yedi gün yedi gece

su ve ateş buluşsun cızırdayan bedenimde

zıtlıklara hükmedip bir simyacı olayım

evren itaat etsin ruhumun iradesine


ben ki parmaklarımdan ateşler çıkartmıştım

yoklukta varlık bulup dağılanı onarmıştım

çölde su, suda ışık, gökte yağmur yaratıp

evrenin boşluğunu desenlerle donatmıştım

neydi benim kudretim, aniden ortaya çıkan?

nerede kaybettim onu

neydi cinsi, adı, tadı

tenimi okşayan ısısı

göğsüme vuran neşesi

güzel bir şeydi güç parmaklarımın ucunda

muktedirdim ben, anlayandım

neydi o deli güveni, aniden içimde yeşeren?

ne vakit kaybettim onu,

-neden, neden, neden, neden-

şimdi havayı kokluyorum

onu yine duyayım diye

cızırtılı yanık kokusu

saçımın havaya dikilişi

kol tüylerim diken diken

bir kelimeyi unutmuş gibi kötü bir tat var ağzımda

gözümü sımsıkı yumup onu görmeyi bekliyorum

o bir anlık parıltı

asla tutunamadığım

gökleri gürleten şimşeğin

sahipsiz parıltısı


yardım et bana fırtına tanrıçası

duy sesimi ve yakarımı

açmak istiyorum yeniden

gözümü en çılgın manzaralara

koşmak istiyorum doyasıya

benden giden her ne varsa

hepsini geri istiyorum

kaybımı geri ver bana

ben yaşamak istiyorum.


22 Mart 2021 Pazartesi

i will die a wolf in making

i will die a wolf in making, with half-shaped words 

buried under my skin, breathing out a thin

whimper, howling, cursing, bleeding and praying.



i will die a wolf in making, asking

for a light that never came, begging 

for forgiveness and for a chance to 

find the one that gave me birth,

she was the one that held

my soul in her arms of silver

touched my cheek with the warm breeze

of morning 

        - the early dawn of life's arrival,

when i was still made of stardust and wonder-

    she gave me love and gave me laughter

before I was stained with

sharp blades of human mind,

dark whispers and evil thoughts


slowly

making 

their way

to 

...

slowly

making 

their way

to 

...

slowly

making 

their way

to 

...



then, I learned

that I was made for 

throbbing aches and restless nights


i will die a wolf in making, carrying

scars of condescension

my body riddled with deep nests, they

are infected wounds, all human-made

for the evil birds to hide in

looking for a place to stay

they'll leave when the sun awakens

having ripped my soul away.


9 Ocak 2021 Cumartesi

pixar, ama 20 yıl önceki gibi - soul (2020)





bu aralar yeni bir film izleme stratejisi takip etmeye çalışıyorum: film kültürümü geliştirmek için fırsat buldukça sırasıyla bir tane popüler/eğlenceli film, bir tane de daha ciddi ve eleştirmenlerin beğeneceği türden, "sanat filmi" izlemeye çalışıyorum. (bunlar genelde mubi'de bakınırken gözüme çarpan filmler oluyor :P) pixar'ın yeni filmi soul'u izlemek uzun süredir aklımdaydı, derslerden dolayı iyice geciktirmiştim. popüler film sırası gelince onu araya sıkıştıracaktım. ne var ki dün bir finalime çalışmam gerekirken aniden kendimi yan sekmede filmi açmış olarak buldum :D sonrası malum. 

pixar'ın benim için çok önemli bir yeri var. artık "klasik" diyebileceğimiz seviyeye gelmiş olan bazı filmleri (toy story, monsters inc, the incredibles) çocukken kalbime en dokunan kurgulardandı. 3d animasyon kalitesi bir yana, bile hikaye anlatımında oluşturdukları formülü çok beğeniyorum. fakat son yıllarda beni pixar'dan uzaklaştıran pek çok şey yaşandı. bunların başında john lasseter skandalı geliyor. her ne kadar skandalla doğru şekilde baş edildiğini düşünsem de stüdyonun imajı gözümde büyük bir yara aldı. bir de herkesin farkında olduğu bir kalite düşüşü var elbette. çok fazla devam filmi çıkardılar, çoğu akılda kalıcılıktan uzak, nostalji duygusunu tatmin etmek isteyen izleyicilere yönelik yapılmış filmlerdi. her ne kadar tasarım ve animasyon gibi konularda çağ atlamaya devam etseler de hikaye konusunda istenen tadın yakalanamadığını düşünüyorum. ki bu dönemde çok övülen bazı orijinal filmlerde bile sıkıntılar vardı, coco ve inside out gibi. stüdyo bazı açılardan fazla disneyleşmiş, bazı açılardan da iyice kendi karikatürüne dönmüş gibiydi. her ne kadar bu iki filmi severek izlesem de pixar'ı düzenli şekilde takip etmeyi bıraktığımı itiraf etmeliyim. fakat soul beni yakalamayı başardı. film sona erdiğinde kendimi  "klasik" pixar filmlerini izlediğimde nasıl hissediyorsam öyle hissediyordum: mutlu, hafif ağlamaklı, yaşama isteğiyle dolu.

film hayallerine kavuşmayı bit türlü başaramamış bir caz piyanistinin hikayesini anlatıyor. joe gardner. şanssız, fakat hevesli bir adam. bir okulda müzik öğretmenliği yaparken sonunda gerçekten hayalini gerçekleştirebileceği, sahneye çıkabileceği bir fırsat yakalıyor. ve pat - adam sevinçle telefonda konuşurken bir belediye çukuruna düşerek ölüyor.  ilk kez bir pixar filminin bu kadar ağır konuları ele aldığını görüyoruz (belki the good dinosaur dışında): ölüm, ölüm sonrasındaki "the great beyond," ruhlar, maneviyat. hepsi stüdyonun klasik teknikleriyle, konseptler karakterlere ve dengeli tasarlanmış görsellere dönüştürülerek anlatılıyor. hatta bunun stüdyonun son yıllardaki en büyük zayıflığı olduğunu söyleyebiliriz: kanlı canlı, baştan aşağı kişilikten oluşan karakterler yerine (selam sheriff woody :P) konseptlerin hikayesini anlatmak. ruhları hayata hazırlayan iki boyutlu manevi görevlileri, oradan oraya koşturan bebek ruhları görüyoruz, tıpkı inside out'taki gibi bir dünya. hatta bu iki film aynı evrendeymiş gibi hissedebilirsiniz. neyse ki bu kez joe gardner'ın kişiliği ve etrafındaki insanlar kısmen bu tamamen kavramsal dünyayı kırabilmiş. bu sayede 2000'lerdeki güçlü karakterlere, onları güçlü motivasyonlarına dayanan o pixar tadı geri gelmiş.

filmin kurgusuna çok girmek istemiyorum, fakat çok temel soruları irdelemiş: hayat amacın, seni her sabah uyanmaya zorlayan şey ne? neyi yapmak için doğdun? what's your calling? bunların hepsi inanılmaz derecede alıştığımız, bir noktada düşündüğümüz sorular. bunları cevaplamamak bir ayıp haline gelmiş resmen. fakat belki de seni uyandıran şey bir amaç olmamalıdır. belki de insanın gözlerinin parlamasını sağlayan, onu her gün yatağından kaldıran parıltı, uzak ve ulaşılması zor bir amaç değil de hayatın kendisidir. içilen su, yenilen çikolatadır mesela. arkadaşlarınla edilen güzel bir sohbettir. filmde bir ruhun amacını bulamadığı için üzülmesini, hayatın güzelliklerinden aldığı zevkten utanmasını görüyoruz. izlerken bu dayatmaların ne kadar yapay ve kurgulanmış olduklarını fark ettim. kısmen de neoliberal özne olmanın bir parçası haline getirildiğini düşünüyorum: bir amacın olduğuna, ona kendini tamamen adaman gerektiğine inanmalısın ki biri seni dışarıdan zorlamadan da üretken olabilesin, her gün saatlerini ona harcayabilesin - tek bir karşılık bile beklemeden. yapamadığında sana "demek ki yeterince istemedin" diyen, tüm sorumluluğu kendine almana neden olan ses bu işte. onu susturmak lazım. bu bakımdan alttan alta çok tatlı bir eleştiride bulunmuş pixar, bu dönemde herkesin duymaya ihtiyacı olan türden. ben memnun kaldım :)