SPOILER İÇEREBİLİR. Yazıyı elimden geldiğince spoilerlardan uzak tutmaya çalışacağım, fakat benim spoiler ölçütüm sizinkiyle aynı olmayabilir.
İyi okumalar!
***
Neil Gaiman okumaya başladığımda, yanlış hatırlamıyorsam 10 yaşındaydım. Doğal olarak, okuduğum kitap da bir "çocuk kitabıydı", hatta sevgili yazarımızın en ünlü çocuk kitabı olduğunu söyleyebiliriz. Bilinçli Gaiman okurları dışında da bilindiğine inandığım, ayrıca bir animasyon filmi de yapılmış olan bir kitap bu: Coraline, ya da hiç hoşlanmadığım Türkçe çeviri başlığıyla "Koralin ve Gizli Dünya." (cidden, bu ülkedeki çeviri kitap başlığına açıklama ekleme alışkanlığı ne zaman bitecek merak ediyorum.)
Bu kitabın masum görünüşüne, film kapaklı baskısına, çocuk kitabı kategorisinde sayılmasına falan kanmayın sakın. Coraline karanlık bir kitap, hatta şimdiye dek okuduklarım arasında bile en karanlık Gaiman kitabı olduğunu söyleyebilirim. Tabii bu durum, karanlık tabirinden ne anladığınıza göre de değişir. Çocuklar için yazıldığından dolayı kitaptaki kan, vahşet, ölüm oranı yazarın yetişkinler için yazdığı kitaplara kıyasla oldukça az; fakat bu kitap pek çok insanın içinde bulunan belirsiz, gizli kalmış bir noktaya dokunuyor: "Şeytanla anlaşma yapmak" pahasına aileni, hayatını değiştirme arzusu. Böyle söyleyince binlerce kez işlenmiş, oldukça klişe bir konu gibi geliyor kulağa; fakat Gaiman bu konuyu muazzam bir şekilde işliyor. Bu konunun klişe olabilecek başka şeylerle de bir araya geldiğini görüyoruz: çocuk kitaplarında sık görülen yeni bir yere taşınma meselesi, "perili ev", başka bir dünyaya açılan bir kapının keşfi, konuşan hayvanlar... Tüm bunları süsleyen, bazısı absürt ve ilgi çekici, bazısı korkutucu, bazısı etkileyici karakterler var kitapta. Ne var ki tüm bunlar, tek ve geniş bir çatışmanın içinde kaynaşıyorlar: Sıkıcı ve eğlencelinin, bilinen ve bilinmeyenin, güvenli ve tehlikelinin çatışması. Yetişkinler tarafından konulan kuralları, tehlikeyi göze alarak terk etmek ve daha zevkli olanı tercih etmek. Bir neviyle brokoliyle çikolatanın çatışması diyebiliriz. Gerçi çikolata bu durumda biraz masum bir seçenek gibi görünüyor. Çikolatanın zehirli olduğunu ve Coraline'in gözüne düğmeler dikmeye kalkıştığını söylersek tehlikenin boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Bir şeyi itiraf edeyim: Hala Coraline'i okumaktan birazcık korkuyorum. Son okumamın üzerinden bayağı zaman geçti, ama şimdi okusam büyük ihtimalle yine aynı etkiyi gösterir. Evde tüm ışıkları açmak zorunda kalırım, gece uyuyamam filan. Filmi de aynı etkiyi yaratıyor, hatta bazı açılardan daha korkunç olmayı başarıyor. Bu arada, oldukça iyi bir film olduğunu da belirteyim. Bir uyarlama olarak da, animasyon filmi olarak da harika. Bu tarz şeylere dayanamayan çocuklara izletmenizi önermem, ama bence yetişkinler için stop motion filmler kategorisinde izlenmesi gerekenler listesinde bulunmalı.
Genel olarak baktığımda Coraline'in her açıdan öne çıkan, kaliteli bir eser olduğunu düşünüyorum. Okuduğum ilk Neil Gaiman kitabı olmasından da memnunum. O yaştaki bir çocuğun Gaiman'ın tarzını sevmesini sağlayacak, güzel bir başlangıç kitabı. Benim o yaştaki halimden daha az hassas çocuklar için (ki çoğu öyledir diye düşünüyorum) korkunçluğu da sorun olmayacaktır. Buraya, kitabın ruhuna en uygun bulduğum kapak resmini de koyarak yazımın Coraline kısmını bitireyim o halde:
Sanat açısından en beğendiğim Coraline kapağı olmasa da bulabildiğim en "korkunç" kapak buydu. |
***
Coraline'i bitirdikten sonra uzun süre başka bir Gaiman kitabı okumadım. O dönemde fantastik edebiyattan anladığım şey, yoğun bir şekilde worldbuilding içeren, apayrı ve kendi içindeki tüm detayları düşünülmüş bir dünyada geçen, seri halinde kitaplardı. Belki okuyup da sevebileceğim tek kitabı The Graveyard Book'tu o zamanlar. Adamın yazdığı diğer kitaplar hakkında da çok az bilgim vardı, sadece Sandman'in adını duymuştum ve okuduğum kadarıyla konusu, özellikle de Dream karakteri çok ilgimi çekmişti. O dönemde çizgi romanlarla da pek alakam yoktu ve seriyi edinmek için hiçbir zaman ciddi bir çaba göstermedim. Yine de daha sonra Gaiman'ı okumam gerektiği fikrinin aklıma yerleşmesi Sandman sayesinde oldu -her ne kadar Sandman'i ancak yıllar sonra okuyabilsem de.
Tamamen başka şeylere odaklanmışken ve Gaiman okuma fikri hiç aklımda yokken lisede, ilk sınıfımda, serinin tamamını okumuş bir çocukla karşılaştım. O sırada içinde bulunduğum ortamda bu oldukça etkileyici bir özellikti. Lisenin öncesinde, tanışacağım insanlara dair büyük beklentilerim vardı ve sonrasında pek çok açıdan tam anlamıyla hayal kırıklığına uğradım. Sınıfımın neredeyse tamamından nefret ediyordum. Hiç kimseye, kendim de dahil olmak üzere, katlanamıyordum. Sınıfımdaki Sandman okumuş çocuk (kısaca SSOÇ diyelim) okulda saygı duyduğum az sayıdaki insanlardan biriydi ve bayağı kültürlüydü. SSOÇ'la pek arkadaş olamasak da bir gün Sandman'in benim de ilgimi çektiğini ve okumayı istediğimi söyledim, o da bir teneffüs boyunca bana Sandman hakkındaki sevdiği şeyleri, mitolojik yanını, farklı sanatçıların karakterleri çizim tarzını falan anlattı. Hatta biraz Stardust'tan falan da bahsetti. Daha sonra, çok kısa bir zaman içinde SSOÇ da ben de okul değiştirdik, o yüzden hala Gaiman'ı seviyor mudur bilmiyorum. Söylemeden edemeyeceğim, tam "aaa ortak noktalarımın olduğu bir insanla tanıştım!" derken asla arkadaş olamamak çok kötü bir şey, özellikle de yalnız ve mutsuz bir ergenseniz. Gerçi yalnız ve mutsuz bir ergen olmak başlı başına kötü bir şey. (Ahh lise yılları. Şimdi gidip biraz My Chemical Romance dinleyeceğim sanırım :P)
Devam edelim. SSOÇ sağ olsun, bir gün yakın bir arkadaşımla konuşurken ona Gaiman okumak istediğimden bahsettim ve o da SSOÇ'la bir teneffüslük sohbetimden yaklaşık bir yıl sonra, doğumgünümde bana Interworld'ü (ya da Türkçe başlığıyla Ara Dünya'yı) yolladı.
Hediye kitapları değerlendirirken zorlanıyorum. Kitabın menfi yönlerinden bahsettikçe o kadar zahmet edip de hediye almış kişiye hakaret ediyormuşum gibi geliyor. Hele de alan kişi yakın arkadaşımsa. Ama şimdi madem biz bizeyiz, itiraf etmem gerek: Arkadaşımın bana doğum günü hediyesi yollaması ne kadar harika bir davranışsa da kitap... birazcık talihsiz bir seçimdi. Öncelikli olarak, bir bilim kurgu kitabıydı ki bilim kurguyla aram çoğu zaman iyi değildir. İkincil olarak Gaiman standartlarına göre cidden kötü bir kitaptı.
Önce şuraya havalı bir kapak resmi koyayım:
Kapakta neden Yunan büstüne benzer bir şey bulunduğuna dair hiçbir fikrim yok. Açıkçası, kitap hakkında hatırladıklarım şunlardan ibaret: Paralel evrenler. Aynı çocuğun zilyon tane ayrı evrenden çıkmış, ismi biraz değişik versiyonları. Yürümekle ilgili süper gücümsü bir şey. Bir de - ımm, uzay gemisi? Bunu söylerken hiç de kendimden emin hissetmiyorum, ama şimdi dönüp bakınca uzay gemisiyle ilgili bir şey mutlaka olmalıymış gibi geliyor.
Bu kitap hakkında söyleyebileceğim çok az şey var. Konu bakımından yaratıcı olduğunu, orijinalliğini takdir ettiğimi hatırlıyorum. Kolay okunur bir kitap olduğunu, sıkmadığını söyleyebilirim. Sonradan öğrendiğim kadarıyla İthaki çevirisinde beğenilmeyen çok nokta varmış. Ben okurken pek fark etmemiştim, ama eğer okuyacağım diyorsanız orijinal versiyonunu tercih etmenizi öneririm. Çok bayılmadığım bir kitapsa da okurken ıstırap çekmedim, o yüzden bilim kurgu seviyorsanız bir denemenizden zarar çıkmaz herhalde.
***
Gaiman'ı ilk kez yetişkin aklıyla, bilinçli bir şekilde okuyuşum Stardust sayesinde oldu. Nasıl bir kitap olduğunu belirtmek için şu alıntı yeter sanırım:
"A philosopher once asked, "Are we human because we gaze at the stars, or do we gaze at the because we are human?" Pointless, really... "Do the stars gaze back?" Now, that's a question."
Bu alıntıyı çok seviyorum. Tüm Gaiman kitaplarındaki en sevdiğim kısımlardan biri olabilir. Benim için, bir bakıma fantastik edebiyatın ne olduğunu özetliyor sayılır: var olduğumuz dünyanın sıkıcı kalıplarından kurtulabilmek, saf yaratıcılık ve hayal gücü. Kafamızdaki sınırların yok oluşu.
Daha önce Gaiman okumuş birine, "Bu yazarın kitaplarını okumaya nereden başlamalıyım?" diye sormanız durumunda alacağınız cevap büyük ihtimalle Yıldız Tozu olur. Katılıyor muyum bilmiyorum, Yıldız Tozu'nu sevmiş olmama rağmen daha çok sevdiğim Gaiman kitapları var. Ne var ki bu tercihin arkasındaki mantığı anlayabiliyorum. Daha önce fantastik edebiyatı severek okumuş bir insan için Yıldız Tozu, fantezinin beslendiği klasik kaynaklarla Gaiman'ın kendine özgü stilinin mükemmel bir bileşimi olacaktır. Okurken tanıdık bulacağınız, rahat hisstmenizi sağlayacak bir sürü motif var: verilen bir söz uğruna önemli bir yolculuğa çıkan bir kahraman, cadılar, sihir, bir panayır, her yerden fışkırıp duran sihir... Fakat Stardust'ı özel kılan şey, Neil Gaiman'ın kitabına yansıttığı saf yaratıcılık. Buna peri masallarının matraklığını yansıtan türden bir yaratıcılık diyebiliriz. Eski bir Üstelik bu güzel özellik İngiliz kasabasında yaşayan karakterin sıkıcı hayatıyla hiç göze batmadan birleştirilmiş. Kitap boyunca her yerlerden beklenmedik bir şeyler çıkabileceği hissiyle ilerliyorsunuz, öyle de oluyor zaten. Mantığa uygunluk, sıradanlık bir anda norm dışı şeylere dönüşüyor, tıpkı üstte verdiğim alıntı gibi. Bu açıdan bakıldığında bir peri masalının verdiği hissiyata oldukça yaklaşıldığını söyleyebilirim. Sonuçta Stardust, herkesin bahsettiği şekilde "yetişkinler için bir peri masalı."
Kitabı okuyalı iki yıl olmuş. Okuma deneyimime dair hatırladığım en önemli şey, bu bahsettiğim peri masalı atmosferi. Yıldızın, yani Yvaine'in ilgi çekici, sivri köşeleri olan bir karakter olduğunu hatırlıyorum. Ana karakter ise aklımda oldukça silik bir şekilde kalmış. Kitabın başlarındaki kasaba kısımlarında biraz büyülü gerçekçilik havası olduğunu anımsıyorum. Kitaba dair en net hatıram ise UÇAN GEMİ. Basbayağı kürekleriyle, tayfasıyla falan uçan, alta bakınca bulutları gördükleri bir gemi vardı. Böyle söyleyince kulağa o kadar da özel bir şeymiş gibi gelmiyor, ama okurken çoooook hoşlanmıştım bu fikirden. Hayatımın geri kalanını öyle bir gemide geçirmeyi çok isterdim.
Stardust, başlangıcından sonuna kadar okumaya değer, ilgi çekici bir kitap. Bunları yazarken kitabı hatırladıkça yeniden okuma isteğim canlandı bile. Kitaptan uyarlama bir film de var aynı zamanda, fakat izlemeyi denediğimde pek de beğenmemiştim. Hikayenin değiştirilmiş, Hollywood usulü cilalanmış bir versiyonu gibiydi ve karakterlerin hiçbiri zihnimde canlandırdıklarıma benzemiyordu. Bu nedenle izlemenizi önermem.
Yazımın Stardust kısmını tamamlamadan önce ufak bir uyarıda bulunmak isterim: Stardust'ın bir peri masalı olmasına aldanmayın. Çoğu Gaiman kitabı gibi, bu kitabın da karanlık yanları var. Sonuçta boşuna "yetişkinler için" demiyorlar.
Bu da kapak resmi |
***
Yazımın bu ilk kısmının bitişini, kalbimde özel bir yer tutan bir kitapla yapmak istiyorum: The Ocean at the End of the Lane.
Bu kitap, Coraline ve The Graveyard Book ile birlikte en sevdiğim Gaiman kitapları arasında yer alıyor. Üçüne de baktığımda, kurgularının arkasında anlatılan şeylerde bir benzerlik görüyorum. Üçü de çocuk karakterlerin gözünden anlatılıyor, ki Gaiman'ın çok iyi becerdiği bir şey bu. Üçü de içinde melankolik bir taraf barındırıyor. Üçünde de büyümeye dair, biraz acı çekerek öğrenilmiş bir şeyler var.
Kitaplar arasında "çocuk kitabı" ya da "yetişkin kitabı" gibi yaş grubuna dayalı ayrımlar yapmaktan hoşlanmıyorum. Buna rağmen, eğer alışıldık ölçütlerle sınıflandıracak olursam, The Ocean at the End of the Lane (phew, ne kadar uzun bir ismi varmış!) yetişkin kategorisinde kalıyor. Hatta bu kitabın yetişkinliğe erişmeden tam olarak anlaşılamayacağına inanıyorum. Büyümek, çocukluğun geride kalışı üzerine çok fazla şey barındırıyor. Belki de bu yüzden herkesin kalbine dokunabilecek bir kitap bu.
Çocukluk ve yetişkinlik arasındaki farklar üzerine kitapta yazanlardan biri bu:
"I do not miss childhood, but I miss the way I took pleasure in small things, even as greater things crumbled. I could not control the world I was in, could not walk away from things or people or moments that hurt, but I took joy in the things that made me happy."
Bu kısım, kitaptaki en sevdiğim kısımlardan biri ve benim için en büyük kişisel değeri taşıyanlardan. Gün geçtikçe burada anlatılan şeyi daha iyi anlıyorum. Küçükken, hayatımın geçtiği çerçeve şimdikine kıyasla çok daha sorunluydu. Asla kontrol edemeyeceğim, nasıl kaçacağımı bilmediğim, hatta kötü olduğunun farkına bile varmadığım kötü şeyler vardı hayatımda. Aile, okul, arkadaşlar... Hiçbirisinden tam anlamıyla memnun olduğumu hatırlamıyorum. İşin kötüsü, sorunlarımdan asla kaçamıyordum. Bir şeyleri tek başıma değiştirebilmem hiçbir zaman mümkün değildi. Çocukluğunun bir noktasında yetişkinliğin özgürlüğüne kavuşmak için can atarak beklemiş her insan eminim ki anlar bu duyguyu. Bir iki yıldır, kendimi tam anlamıyla yetişkin olabilmişim gibi hissediyorum. Kendi paramı kazanıyorum. Kendi tercihlerimi yapıyorum. Yetişkin olmanın en güzel yanı, kendi hayatının sorunlarını tercih edebilmek. Başkalarının sorunlarına mecbur değilsin, hiç değilse iki seçeneğin oluyor her zaman. Daha başlangıcında olmama rağmen her gün kendimi bu özgürlük için minnettar hissediyorum. Ancak bu özgürlüğe kavuşmamı sağlayan şey, yani hayatımın sorumluluğunun bana ait olması, hayattan aldığım zevki azaltıyor. Her şey bir perdenin arkasına saklanıyor sanki. Eski canlılığını, eski gücünü kaybediyor. Yavaş yavaş soluyor.
Bu konu üzerine, yani büyümenin hayattaki zevki yok etmesi üzerine çok düşündüm. Hep aklıma bir South Park bölümünü geliyor bu konuyla ilgili olarak: Stan'in cynical birine dönüşüp her şeyi bok olarak görmeye başladığı bölüm. Neyse, bu bağlantıyı niye kurdum bilmiyorum, pek gerek de yoktu aslında. (İzlemek isterseniz, 15. sezonun 7. bölümü.)
Belki de mesele yalnızca çocukken yetişkinlerin seçtiği sorunlarla fazla boğuşmuş olanlar için bir sorun haline geliyordur. Belki de bununla uğraşmamış olanlar için yetişkinlik, minnettarlık hissettiren bir durum falan değildir. Sadece çocuklukta alınan zevkin bitmesiyle oluşan bir boşluk vardır hayatlarında, hepsi bu.
Fazla kişiselleştim sanırım. Bu kitabı, kendi duygularımla bağlantı kurmadan okuyabilmek mümkün değil benim için. Sanırım bu sebepten dolayı çok seviyorum. Belirtmek isterim ki, benim gözümde Gaiman'ı kıymetli bir yazar yapan şey, bu tür konuları incelikle işleyebilme yeteneği. Stardust'ı her ne kadar sevsem de benim için yalnızca güzel bir kitap konumundaydı, o kadar. Gaiman'a duyduğum hayranlığı başlatan kitap ise The Ocean at the End of the Lane oldu. Hala Gaiman'ın diğer yetişkin kitaplarında takındığı tarzda beğenmediğim pek çok yan var. Örneğin fantezi unsurlarındaki tutarsız yan beni rahatsız ediyor. Harry Potter'la büyümüş bir insan olarak, normal-dışı dünyanın tutarlı bir şekilde sistemleştirildiği eserleri daha bir seviyorum, dünyalarını kendime daha yakın buluyorum. Öteki bir sorun da Gaiman'ın hikayenin kendisini oluşturan kısımlar dışında karakterlere ve kurduğu dünyaya dair çok az bilgi vermesi. Onun kitaplarında kurgunun sağlam bir temele oturacağından, sonunda tatmin olacağınızdan emin olabiliyorsunuz; fakat her seferinde daha fazlasını isterken bırakıyor sizi. Belki de bu nedenle Gaiman'ın kitaplarını okurken "kitap okuyorum" duygusundan kurtulamıyorum. Tabii Coraline, The Ocean at the End of the Lane ve The Graveyard Book'u bunun dışında tuttuğumu belirtmek isterim. Bunların üçü de güçlü kitaplar, üstelik hepsinin anlattığı meseleler dış dünyadan çok insanın içindeki dünyaya, kişisel hikayesine dair olduğu için detaylandırılmış bir dış dünyanın yokluğunu hissetmiyorsunuz.
Bu kitaba dair paylaşmak istediğim bir alıntı daha var:
"Oh, monsters are scared," said Lettie. "That's why they're monsters."
Kulağa güzel gelen bir alıntı. Üzerinde düşünmek için çok fırsatım oldu ve fark ettim ki burada kastedilen şeye hiçbir şekilde katılmıyorum. (hahaha bunu beklemiyordunuz dimi :D) Bence bir şey yüzünden canavara dönüşmekle sebepsiz yere canavar olmak arasında büyük bir fark var ve bir canavarı gerçek bir canavar yapan şey, ikincisi. Tabii bunu alıntıyı fantastik bağlamdan çıkararak konuşuyorum. Ufak bir cümleyi bu kadar ciddiye almam abes tabii, ama canavar olmayı bir sebebe bağlayarak bunu doğru ya da empati kurulabilir bir şeye dönüştürmek bana yanlış geliyor. Aklıma Melez Prens'te Dumbledore'un Harry'ye Voldemort'a üzülüyor olabilir misin diye sorması geliyor. Ne kadar korkarsa korksun, herkesin canavar olmamak için bir seçeneği vardır. Zaten cesaret de korkuya rağmen doğru seçeneği tercih etmek değil mi?
Ufak bir alıntıya fazla kafa yordum sanırım. Kitapta da bir canavar var, ama bu alıntıyla bir alakası var mıydı hatırlamıyorum. Feci şekilde korkunç olduğunu hatırlıyorum ama.
Bu kitabın da bir kapak resmini koyarak yazımın 1. kısmını bitirmek istiyorum:
Hepinize iyi okumalar!
Neil Gaiman ile tanışmam iş hayatına başlamam ile oldu. 24 yaşındaydım, kendi paramı kazanıyordum ve bunun her kuruşunu çizgi romanlara harcamaya hazırdım (hemcinslerimin pek algılayamadığı bir özelliğim olarak kaldı). Sandman ilk aşkımdı bu konuda ve sonrasında Lucifer, Neverwhere derken romanlara doğru kaydığımı farkettim. Yurtdışında burslu bir öğrenciydim ve 27 yaşındaydım. Maddi olarak elimden gelen tek şey kitap okumaktı ve orjinal dilde Neil Gaiman kitapları yavaş yavaş valizimde birikmeye başlamıştı. Şimdi 1,5 yaşında bir oğlum var ve en sevdiği şey kendisine "Çu'nun Bir Günü" nü okumak. Babam Süt Peşinde ile devam eder diye ümit ediyorum. Neil Gaiman'ın karanlık tarafını bir süre daha kapının dışında bırakarak kendisini Neil Gaiman'a hazırlamak ve sonrasında da kararı kendisine bırakmak diileğim...
YanıtlaSil